Alevilik yeniden kurulurken
Alevilik yeniden kurulurken Faruk ALPKAYA / RADİKAL IIModern Osmanlı eliti, milliyetçiliğin kökenlerini İslam ve Türklük olarak tanımlayıp...
Alevilik yeniden kurulurken
Faruk ALPKAYA / RADİKAL II
Modern Osmanlı eliti, milliyetçiliğin kökenlerini İslam ve Türklük olarak tanımlayıp gereğini yaptıkça bütün müslim/gayrimüslim inanç toplulukları önce İttihat ve Terakki'nin, sonra CHP'nin hedefi oldu
Son sözümü baştan söyleyeyim: Alevilik son 20 yıldır modernlik temelinde yeniden kuruluyor. Bu yazının amacı ise, söylemin kuruluşu tamamlanmadan, adımdan yola çıkılarak “Sen Alevi değilsin, dolayısıyla bu konuda konuşamazsın” denmeden söz alabilmek. Ancak, o söze varabilmek için, önce “kile yazılmış geçmişi” gözden geçirmemiz şart.
Tarihsel Alevilik, Ümit Hassan’ın isabetle işaret ettiği gibi, geçim tarzı-inanç-örgüt birlikteliğinde ve insanların eşitliği temelinde her şeye kutsallık atfederek yaşayan kandaş Türkmen topluluklarının, uygarlığın (devletin) tahakkümüne girme sürecinde, kandaş değerleri kandaş yaşam tarzından kopararak ahlaki bir norma dönüştürmesiyle ortaya çıktı. Türkmenlerin Osmanlı eliyle Müslümanlaştırılması sürecinde, Şiiliğin Ehl-i Beyt inancıyla kökensel akrabalığını keşfeden ve bir ucundan Şia ile ilişki kuran Alevilik, her şeyin kutsallığını Ali’de yeniden bularak ve kurarak devlet karşıtlığı temelinde ama devlet iktidarını amaçlayarak kendini yeniden yorumladı. Aynı dönemde, kandaş soyluluğu yenilgiye uğratarak doğan Osmanlı Devleti eliyle kandaş kalıntılar, Bektaşilik tarikatı içinde ahlakçı normlara dönüştürülmüş ve paradoksal biçimde Yeniçeri Ocağı’nda yeni bir içeriğe kavuşturulmuştu.
Kandaş yaşam tarzının ürettiği eşitlikçi değerler kırda ahlaki normlar halinde Alevilik, şehirlerde ise ahlakçı normlar halinde Bektaşilik biçiminde -Doğu’dan gelen her dalgada (Timur, Uzun Hasan ve Şah İsmail) bir canlanıp bir ezilerek- 1826’ya kadar varlığını sürdürdü. II. Mahmut, Osmanlı Devleti’nin Kapitalist Dünya-Ekonomi’ye katılma sürecinde İmparatorluk’un bütün temel kurumları gibi Yeniçeri Ocağı’nı ve Bektaşi tekkelerini yok ederek, Aleviliğin başını kesmeye çalıştı. Modern Osmanlı eliti modern jeokültürün oluşturulması sürecinde milliyetçiliğin kökenlerini İslam ve Türklük olarak tanımlayıp gereğini yaptıkça bütün müslim/gayrimüslim inanç toplulukları önce İttihat ve Terakki’nin, sonra CHP’nin hedefi oldu. Kilise, tekke, dergâh ve ocaklar birer birer yıkıldı, yerlerine ‘Devlet İslam’ı hem Müslüman hem de Alevi topluluklara zorla dayatıldı. Her şeye rağmen, tıpkı diğer inançlar gibi, Alevilik de özellikle kırsal alanda, kendi içine kapalı topluluklarda 1970’lere kadar varlığını sürdürmeye devam etti.
Hatta geçmişten farklı olarak devlet zulmünden diğer inanç gruplarıyla eşit pay almaktan neredeyse gizli bir mutluluk duydu.
Göç ve kent
1945 sonrası izlenen ithal-ikameci sermaye birikim modeli kırsal nüfusun kentlere göçmesi sonucunu doğurdu ve Aleviler de bu süreçte yer aldı. 1970’lerin başında sermaye birikim modelinin değişimiyle sonuçlanacak kriz koşullarında, kentlerde önemli sayılara ulaşan Alevi nüfusu, pastanın küçülmesine bağlı olarak sertleşen mücadele koşullarında hızla “devrimcileşirken” bu süreci durdurmaya çalışan faşist partilerin kışkırttığı Sünni çoğunluğun hedefi haline geldi ve katliamlara uğradı. Aynı süreçte, kapitalist dünya ekonominin jeokültürü çökmeye ve o güne kadar bastırılan cinsel, dinsel ve etnik kimlikler birer birer sahne almaya başlamıştı.
1991’de, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte sağ-sol karşıtlığına yaslanan kapitalist jeokültürün çöküşü alenen tescil edildi ve kimlik siyaseti meşrulaştı. Bu durum, o güne kadar kendini sol olarak tanımlayan ve inanç kültürünü aşılması gereken gerici bir kalıntı olarak gören Alevi elitinin aklını özgürleştirdi, Sivas Katliamı ise yeni siyasetin yolunu açtı: Kentlerde Alevi kimliğini özgürce seslendirecek ve yaşatacak kurumları yaratmak. 1990’ların ikinci yarısından itibaren birbiri ardına dernekler, vakıflar, dergiler, cemevleri kurulmaya başladı.
Bu görünür olma ve kurumlaşma süreci, Foucault’nun işaret ettiği gibi, gerçekliğin bir tarihsel söylem olarak kurulması biçiminde yaşandı, yani geçmiş yeniden yorumlandı, hâlâ yorumlanıyor. Bu yeni Alevilik, geçmişin Aleviliğinden farklı olarak, modern bir söylem olarak kuruluyor, yani Derrida’nın dikkat çektiği gibi bütün modern söylemlere benzer biçimde ikili (binary) bir karakter taşıyor ve karşıtını olumsuzlayarak kendini var etmeye çalışıyor. Günümüz Aleviliğinin karşıtında doğrudan Sünni İslam yer alıyor: Kerbela’da Hasan ile Hüseyin’i katleden Muaviye’nin, Kırşehir’i yakan Selçuklu’nun, Ebu Suud’un fetvasıyla Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in şahsında Sünni İslam. Böylece Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta Alevileri katledenler, yakanlar Sünniler olarak tanımlanıp olumsuzlanırken, Alevilik modern bir söylem halinde olumlanıyor. Kuşkusuz, bu durum, kandaşlığın eşitlikçi, devlet karşıtı ve her şeye kutsallık atfeden geçmişin Aleviliğiyle bağdaşmıyor, ama günümüzde tam da -artık modernlik tartışılırken- Aleviliği modern bir söylem olarak yeniden kurmaya yarıyor. Düne kadar ibadethaneye ihtiyaç duymayan Alevilik, bu sayede “Biz cenazelerimizi duvar diplerinden kaldırmak zorunda kaldık” denerek cemevleri kurmaya çağrılıyor.
Bugün Alevilik modern bir söylem olarak kuruluşunu tamamlamak üzere: Sünni İslam yasak, Şiilik paylaşılıp kovulan olarak dış çerçeveyi çiziyor; Ali otorite, Hacı Bektaş ise yapıt olarak içsel alanı düzenliyor. Doğru ve yanlışların saptanmasına eşlik eden yorumlar bir bir ortaya çıkıyor, Kızılbaşlıktan Allah-Muhammed-Ali’ye uzanan farklı ekoller kuruluyor. Sırada söyleme müdahale edilmesini engelleyecek mekanizmalar var. Yakında, birileri çıkıp “Senin adın Faruk, sus” diyecek “Göbek adım Hasan” itirazıma yanıtları da hazır: “Sen Alevi örgütlülüğü ve mücadelesinde yer almadın.” En iyisi o günler gelmeden söz almak.
FARUK ALPKAYA: Dr., Ankara Üni., SBF
RADİKAL 2 - 17.10.2010
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.