Alevilik ve 'Açılım' Üstüne
Alevilik ve 'Açılım' Üstüne Fehmi SALIK(...) "Alevilerin “Ankara Mitingi”, beklenenin üstünde bir ses getirdi....
Alevilik ve 'Açılım' Üstüne
Fehmi SALIK
(...) "Alevilerin “Ankara Mitingi”, beklenenin üstünde bir ses getirdi. Mitinge karşı çıkanlar da, mitinge katılanları karalayanlar da çıkan bu gür sesin sonunda daldıkları uykudan uyanmak zorunda kaldılar."..
Hep yazıyorum: İster ‘atasözleri’, ister ‘özdeyişler’ olsun; bir denemenin, bir yaşanmışlığın sonucu ortaya atılan özlü görüşlerdir. Bunların yanlış olanları, çağa yakışmayanları yok mudur; çoktur.
Bana göre yanlış olanları da yine ileri sürdüğüm nedenlere bağlıdır. Diyelim ki “Akarsu, pislik tutmaz” sözünde bilimsel yönden doğruluk payı yoksa da susamışlığın giderilmesi yönünde çözüm sağlayan bir görüş olarak karşımıza çıkar.
Geçmişteki savaşları gözlerimizin önüne getirelim; okuduklarımızı, büyüklerimizden dinlediklerimizi anımsayalım: Çanakkale dönüşü, Yemen dönüşü, günlerce/aylarca yol tepip sılasına kavuşmaya çalışan asker, yorgun/bitik bir duruma düşmüştür; açlıktan karnı guruldamaktadır; susuzluktan ağzı kurumuş, dudakları çatlamıştır zavallının. Tam bu zaman işte gözüne bir çeper ilişir askerin. O da ‘mal bulmuş Mağrıbi gibi saldırır bu yeşilliğe doğru. Bir deve sidiği kalınlığında akan bu suyun üstünü kurbağa pisliği kaplamıştır. Eliyle suyun gerçek rengini bulmaya çalışır zavallı; namaza durur gibi eğilir; “Adam sen de, büyüklerimizden kalma darb-ı meseldir: Akarsu, pislik tutmaz” der, bir hortum gibi çeker midesine doldurur suyu. Sonra bir kaşıntı duyar kulak memelerinin altında. Elini attığında bitler dolar avuçlarına. İçecek su bulamayan, yıkanmak için mi su bulacak? Aylardır, hatta yıllardır bedeni su görmemiştir zavallının; daha sağ iken yemeye başlamıştır bitler onu. Her koparıp attığında bu pislikleri, dili de yardımcı olur ona: “Atalarımızdan kalmadır: Pire itte, bit yiğitte bulunur” der; bu söz, onun yaşama direncini perçinler. Çünkü zavallı adam, kendini ‘yiğitler sınıfı’na sokar…
Alevilerin “Ankara Mitingi”, beklenenin üstünde bir ses getirdi. Mitinge karşı çıkanlar da, mitinge katılanları karalayanlar da çıkan bu gür sesin sonunda daldıkları uykudan uyanmak zorunda kaldılar.
O zaman anladılar işte “Ağlamayan çocuğa meme verilmez.”
“Görünen köy, kılavuz istemez.”
“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”
“Ne ekersen, onu biçersin.”
“Ne attın kazana, o gelir kepçeye.”
“Halep ordaysa, arşın (Ankara’da)dır.”
Susup pusmakla hedefe varılamıyordu. Sınıfsal mücadelede de bu böyle değil miydi? Atılan sloganların doğruluğu, tartışma götürmez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmıyor muydu:
“Susma! Sustukça sıra sana gelecek.”
“Hak verilmez, alınır.”
Daha da niceleri…
Sanırım bu saymaya çalıştığım kavramların doğruluğu, geçerliliği, Ankara Mitingi’nden sonra çok daha iyi anlaşılmıştır.
Aleviler, postlarına oturmuşlardır artık; binlerce yıldır sırtlarında taşıdıkları o korku zırhını kırmışlardır.
Cem âyinlerinde “12 Hizmetli”den biri olan “gözcü”ye gerek duymayacaklardır bundan böyle; ritüellerini, yakarmalarını apaçık yapacaklar; semahlarını daha bir şevkle döneceklerdir.
İktidarlar ister ‘açılım’ yapsın; ister ‘kapanım’; bu coşan insan selinin önünü kesmek kolay olmayacaktır artık. Anahtar kilitte dönmüştür bir kere; kapı, er geç açılacaktır. Kervan yola koyulmuştur; istenen mekâna kesinkes varacaktır. Ok, yaydan fırlamıştır; hedefi vurması, atıcıya bağlıdır.
Ama çok zor bir ortamın içine girdiğimiz de bir ‘gerçeklik’tir.
Özellikle Aleviler, birbirlerine daha da acımasızca saldıracaklardır bundan böyle.
İktidarın, şu an önerdiği ‘açılım’a sıcak bakan Alevi örgütleri olduğu gibi, bu önerilerin yetmezliğini, kadüklüğünü, Aleviliğe yakışmadığını, Ankara Mitingi’nde istenenlere yanıt vermediğini dile getiren Aleviler, Alevi örgütleri de var.
Kuşku yok ki ‘diyalog’ yararlıdır. Ancak diyalog, sadece iktidarın istemi doğrultusunda gerçekleştirilirse, o zaman bu uygulamanın adı, bir ‘dayatma’ olur ve böyle bir dayatmayı da duyarlı hiçbir Alevi, kabul etmez.
Aleviler ne ‘ot’tur, ne ‘ağaç’tır; bu yüzden işte, hiçbir partinin ‘arka bahçesi’ olamaz. Arka bahçeliğe soyunanlar, günü geldiğinde kesilip biçilip yok olacaklardır.
Aleviler, neden birbirine saldıracak, ona bakalım bir:
Bir kere Aleviliği bir ‘din’ olarak benimseyenler, kendi dinlerinin, ‘ikinci sınıf bir inanış’ olarak lanse edilmesine ve bu tür bir işleme tabi tutularak, bir kültür, bir folklorik tanım olarak ortaya sürülmesine, tıpkı bir ‘dernek’ gibi, ya da bir başka kurum gibi belli bir genel müdürlüğe bağlanmasına karşı çıkacaklardır. Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık nasıl ayrı ayrı özerk bir ‘din’se, Alevilik de aynı düzeyde tanınmalıdır, diyeceklerdir. Günümüzde bu düşüncede olan, bu yönde köklü araştırmaları bulunan Alevi yazarlar/aydınlar vardır. Bu yazarların görüşünü paylaşan sayısız Alevi vardır. Bunlardan biri de bir ‘Kürt Alevisi’ olan Mehmet Bayrak’tır. Bu değerli yazarı yakından tanıyorum ben. “Köy Enstitülü Yazarlar ve Ozanlar” adlı o kapsamlı yapıtına benim de portremi, sanat anlayışımı ve yaşam öykümü koymuştur. Mehmet Bayrak, ‘gerçeğin’ altına imza koyanlardan biridir. Bu saygın yazarın, Oral Çalışlar’la yaptığı söyleşiden şu kısa alıntıyı vermemin zamanı ve yeridir, diye düşünüyorum:
“…Alevilik, geçmişi binlerce yıla dayanan bir evrensel doğal dindir. Araştırmacılar, kısmen sol resmi ideolojinin, kısmen Kemalist resmi ideolojinin, kısmen de İslam dininden gördükleri zararın etkisiyle Aleviliğin bir ‘din’ olduğunu söylemekten kaçınıyorlar…”
Yine bir değerli araştırmacı Erdoğan Çınar da Aleviliğin ayrı bir din olduğunu, dile getirip şöyle söylüyor:
“Alevilik, silahlı bir din değildir. Bu yüzdendir Aleviler hep pusmuşlar, hep korkmuşlar, hep baskı görmüşler, hep horlanmışlar, hep dışlanmışlardır. Zaman zaman bazı başkaldırılar dışında Alevilerin silahlandığı pek görülmemiştir. Silahsız bir dinin, inancın, ya da mezhebin, başka bir dinin hakim olduğu topraklarda saklanmaktan başka da bir seçeneği yoktur…”
Aleviliği, Müslümanlığın içinde yorumlayan kesimler de, bu inanışın bir yaşam biçimi, bir öğreti, bir kültür olarak nitelenmesini, ‘din’le ilgisi olmayan bir kuruma bağlanmasını içlerine sindiremeyecekler herhalde. Kuşku yok ki “Biz üvey evlat olmayız” diye haykıracaklardır. Böyle yapmazlarsa, yırtına yırtına “En iyi Müslüman biziz” demeleri havada kalır o zaman.
Bir diğer kesimse, bu iki görüşe de katılmayıp Aleviliğin, bir ‘emek/üretim ekseni’nde ele alınıp irdelenmesini isteyecektir; Aleviliğin yaşamsal bir değer; kültürel bir zenginlik; sazı/sözü, şiiri/müziği binlerce yıl öncesinden gelen bir ‘insanlık öğretisi’ olduğunu ileri sürüp bu yolda yürünmesinin gerekliliğini açıklayacaktır.
Bu tür düşünenlerle “Alevilik, özerk bir ‘din’dir” diyenler, birbirlerine olabildiğince yakındır. Bunlar da iktidarın ‘Alevi açılımı’na pek sıcak bakmayacaktır.
Bu yüzdendir işte, “Bu su, daha çok bulgur kaldırır” diyorum…
Aleviler önce Alevilik hakkında köklü bilgi sahibi olup kendi aralarında ortak bir paydada birleşmek zorundadırlar. Bunun yolu da ‘örgütlülük’ten, tartışmadan, sorgulamadan, eleştiriden geçer. Ortaya konan düşünce, bizimkine uymuyorsa, sahibini karalamaya kalkıyoruz hemen; hakaretlere varan boş laflar ediyoruz kişiye karşı. Düşünceye düşünceyle karşılık veremiyoruz. Anamızdan/babamızdan edindiğimizin dışında dağarcıkta bir şey yok ki çünkü.
“Alevilerin Kemalizmle İmtihanı” adlı kitabın yazarı Cafer Solgun’un, gerek Fadime Özkan’la ve gerekse Oral Çalışlar’la yaptığı söyleşiler, Aleviler için büyük anlam taşıyor bana göre. Bakın ne diyor Cafer Solgun:
“Cumhuriyet, hiçbir zaman Alevilerin varlığını, istemlerini, ibadet etme hak ve özgürlüklerini gözeten, güvence altına alan bir cumhuriyet olmadı. O yüzden cumhuriyet ve laiklik, Aleviler açısından kocaman bir fiyasko, büyük bir hayal kırıklığıdır. Aradan geçen 85 yılda Alevilerin hiçbir kazanımı olmadı…”
Şimdi siz, eğer bu düşünceye katılmıyorsanız, bu düşünceyi gölgede bırakan bir düşünce üretmek zorundasınız. Siz de “Cumhuriyet, Aleviler için şunu şunu sağladı” diyebilmelisiniz. Yoksa “Hadi canım sen de Kürt/Kızılbaş” deyip işi geçiştiremezsiniz. O zaman sizi kimse dinlemez; söyledikleriniz, eleştiriyi yaptıklarınıza değil, dönüp dolaşıp sizin kapınıza dayanır.
Zorlamanın kıskacında bazı akademik kavramların içine gömülüp boğulmanın bir anlamı yok.
Aleviliğin ‘İslami bir yorum’ olduğuna ben de katılmıyorum. Değerli araştırmacı Erdoğan Aydın gibi düşünüyorum ben de:
“Aleviliğin ‘İslamın bir yorumu’ olduğu şeklindeki açıklama, bilimsel çözümlemede geçersizdir. Aksine karşımızda duran gerçek, kendi içinde mükemmel bir tutarlılık sergileyen bir inanç bütünlüğünün, İslami kavramlarla, daha açığı İslami bir kılıf içinde ifade etmesidir. Bu da onu kuşatan ‘İslami baskı’dır…”
İşte bugün iktidarın ve onun Aleviler içindeki yandaşlarınca yapmak istedikleri, bu baskının, sözüm ona ‘istemli bir resmiyet’e dönüştürülmesidir. Yani Aleviliğin, resmi olarak Sünnileşmesinin bir başlangıcıdır bu.
Alevilik’te asıl ‘kutsal olan’, ‘insan’dır; merkez, ‘insan’dır; insanın Kâbesi, ‘insan’dır.
Ne güzel demiş Âşık Devrani:
“Sormaya ne hacet bizleri sofu/ Ta ezel künyede ismimiz vardır/Dünya kurulmadan yüz bin yıl evvel/ Ol yeşil kandilde cismimiz vardır…”
Ya şuna ne demeli:
“Hatayi’m hal çağında/ Hakk gönül alçağında/ Bin Kâbe’den evladır/ Bir gönül al çağında…”
Duyarlı hiçbir Alevi, salyangoz gibi o resmi kabuğun içinde yumulup kalmak istemez. Bu tür biçimsel görünümler, Aleviler’i kurtarmaz. Üç/beş ‘dede’nin maaş almasıyla bin yıllık bu yara deva bulmaz. Laik bir devletin dini/mezhebi olmaz. Laik bir devletin ‘Dinayet’i olmaz.
Emekten, üretimden, paylaşımdan, adaletten, demokrasiden, tüm ‘insan hakları’ndan yana olan bu inanç sisteminin, ‘İslami bir şal’ altına gizlenmesine, apaçık söylüyorum, benim gönlüm razı olmaz. Bu tür Aleviliği içine sindirenlerden olamam ben.
Israr ediyorum:
* Diyanet, devlet kapısından kovulmalıdır.
* Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.
* Madımak Oteli, müze olmalıdır.
* Her inanç sahibi, kendine yakışan bir mekânda ibadetini adam gibi yerine getirebilmelidir.
* Bir inancın, bir başka inanç tarafından baskı altına alınmasına son verilmelidir.
İşte laik bir devletin giriş kapısı üstünde bunlar yazar,
Yoksa ‘Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sırmalı, apuletli, renk renk püskülü kaftanlar içindeki kulları olmaktansa, Pir Sultan gibi darağacında sallanmayı canı yürekten isterim…
Fehmi SALIK
n
KAYNAK : Alevihaber.com - 23 Kasım 2008
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.