Alevilik nedir?
Alevilerin kamusal alanda tanınmaya başlamaları bir yandan yeni olanaklar sağlarken diğer yandan da cemaat içindeki farklılıkları ve bölünmüşlükleri...
Alevilerin kamusal alanda tanınmaya başlamaları bir yandan yeni olanaklar sağlarken diğer yandan da cemaat içindeki farklılıkları ve bölünmüşlükleri de gözler önüne serdi. Bu, dine ve inanca bakışa da yansıyor. Bir kesim, daha çok yaşlı kuşaklar, “Alevilik İslamdır” hatta “hakiki Müslüman biziz” diyor. Bir kesimse “Alevilik kendi başına bir inançtır, ama İslamdan etkilenmiştir” diyor. Başka bir grupsa “Alevilik yalnızca bir felsefe, bir yaşam biçimidir” diyor. Sizce bu tanımlardan hangisi gerçeğe daha yakın?
Alevilik, çok uzunca zaman Türkiye’deki tabu konulardan biri olduğu için, açıkca, özgürce tartışılamıyordu. Tartışılamadığı için de gerçekten ne olup olmadığı ortaya konamıyordu. Benim araştırmalarım, kendi yaşamım, elde ettiğim bulgular şunu gösteriyor: Alevilik kendine özgü, ayrı bir dindir. Kuşkusuz, inanç, dini de tarikati de mezhebi de kucaklar, ama Aleviliğin bir din olduğunu özellikle vurgulamak istiyorum. Dünya yüzünde insanların mensup olduğu iki tür din vardır. Bunlardan bir tanesi geçmişten bu yana insanoğlu ile yaşayıp gelen doğal dinler’dir, ikincisi de semavi dinler’dir. Alevilik, doğal dinler kategorisinde yer alan kendine özgü, ayrı bir inanç, ayrı bir dindir. Semavi dinler’le herhangi bir alakası yoktur.
İnsanlarımız, din denince mutlaka semavi dinler’i anladıkları için, Aleviliğin ayrı bir din olayı olabileceğini düşünemiyorlar. Hemen “Alevinin allahı kim, peygamberi kim” diyerek ortaya çıkıyorlar. Oysa doğal dinler diye bir kategori vardır ve bunlar hậlậ yaşıyor. Alevilik de bunlardan bir tanesidir. Alevilik semavi dinler’den çok daha önceleri başlayan, yani geçmişi Budizm’e de, Brahmanizm’e de Manihanizm’e de, Zerdüştilik’e de, belli ölçüde Şamanizm’e de, Mazdekçilik’e de, Babekçilik’e de dayandırılabilecek bir din.Öte yandan komşu dinlerden de bir takım şeyler alıp bir takım şeyler vermiş. Sözgelimi Alevilik ile Hırıstiyanlık arasındaki benzerliğin onda birini Alevilik’le Müslümanlık arasında göremezsiniz. Buna rağmen İslamiyet’ten de bir takım motifler, semboller alan, kendine özgü, ayrı, bağımsız bir dindir Alevilik. Bu sembollerin alınması da doğal. En azından 1400 – 1500 yıllık bir tarihi var İslamiyet’in. Şimdi bu coğrafyada yanyana, yerine göre içiçe yaşanıyor, dolayısıyla İslamiyet’ten kimi motifler almış ve kendi içinde eritmiş. Nasıl eritmiş? Sözgelimi Alevilik’teki Ali kültü ile İslamiyet’teki Ali arasında çok büyük bir fark vardır. Alevilik yeni, kendine özgü bir Ali kültü yaratmıştır.
12 İmam olgusu da böyledir. 12 İmam eğer Ehl-i Beyt’in soyundansa, onun çocuklarıysa bunların belki de 102 veya 1002 olması gerekirdi. Oysa Alevilik bunu 12’de bitiriyor. Bakıyorsunuz bunun Hırıstiyanlık’ta bir karşılığı var: 12 Havari. Yine Ahle Haq’larda, Yezidiler’de var bunun karşılığı. Yani 12 melek kültü’ne bağlı dinlerin bir çoğunda bu 12 sayısı egemen. Çok açıktır ki İslamiyetin 5 Şartı vardır. Aleviler bu 5 Şart’ın hiçbirini yerine getirmezler. Alevilerin orucu vardır mesela, ama oruçları da İslamiyetinkinden tamamen ayrıdır. Hacca gitmez, kelime-i şehadet getirmez, namaz kılmaz... Öte yandan Amentü duasında ifadesini bulan İmanın Şartları var. Yani bir kişinin Müslüman olabilmesi için aynı zamanda imanın, yani inancın şartlarını kabul etmesi lazım. Ne diyor: “İslamiyetin öngördüğü gaybi tanrıya inanırım, onun resulüne inanırım, onun gönderdiği kitaba inanırım, ahiret gününe inanırım, hayrın ve şerrin Allah’tan geleceğine inanırım.” Alevi bunların hiçbirine inanmaz. Ne İslamın ne de İmanın Şartları’nı yerine getirir. Bundan dolayı ayrı bir inançtır, ayrı bir dindir Alevilik. Dolayısıyla, Aleviliği İslamın özü, versiyonu, tarikatı veya mezhebi olarak görmek son derece yanlıştır.
Yani nasıl bir ırmak, bir küçük su bir dağdan kopuyor, bir dere yatağında ilerliyor, ilerledikçe yeni sular eklenerek büyüyor, büyüdükçe geçtiği coğrafyanın özelliklerine göre bu su yeni bir tat, yeni bir renk alıyor; işte Alevilik de aynen bu nehir gibi belli inançlardan, dinlerden, kültürlerden etkilenmiştir. Yaşadığı coğrafyadaki egemen halklardan ve kültürlerden bir takım şeyler alarak, yeni bir kompozisyon olarak ortaya çıkan, heterodoks, gizli bir dindir. Benim hareket noktam, yaklaşımım budur.
Dışarıdan bakanlar Aleviler’in kendi içlerine kapanık ve homojen olduğu kanısındalar, oysa çok heterojen ve çeşitli siyasi tutumlara sahipler Aleviler. Sizce dışardan niye böyle görünüyor? Ve neden Aleviler kendi içlerinde böyle bölünmüş durumdalar?
Dışarıdaki insanın Aleviliği görmesi, zamirini anlaması ve değerlendirmesi son derece zordur. Bilinen baskıcı yöntemler dolayısı ile -ki bunları ta Selçuklu’ya, Osmanlı’ya hatta daha eskiye götürmek mümkündür; Cumhuriyet döneminde de Aleviler baskı altındadır- kendilerini hiçbir zaman serbestçe ifade edememişler, tartışıp konuşamamışlar. İbadetlerini serbestçe yapamamışlar. Bu yüzden dışardaki bir insanın Aleviliği anlaması gerçekten mümkün değil.
Şimdi bölünmüşlük olayına gelince. Alevilik yeni yeni tartışılmaya başlanınca bu görüş ayrılıkları su yüzüne çıkıyor. Bunların olması son derece doğaldır. Çünkü bugüne kadar Aleviler kendileri üzerine tartşıp, yazıp bir sonuca varamamışlar. Bunun olanağı da olmamış bugüne kadar. Bu yeni yapılıyor, yani çok gecikmeli olarak bu süreç yaşanıyor, dolayısıyla da önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor.
İlk soruda bahsettiğiniz yaklaşımların önemli bir bölümü bir yanılsamadan, bir bölümü de korkudan ibarettir. Sözgelimi, hậlậ Aleviliğin İslam dışı olduğunu söylemekten korkuluyor. Çünkü hậlậ siyasal, sosyal, kültürel belli bir baskılanmanın altında Alevi. Dolayısıyla kendini özgürce ifade edebilmesi bu nedenle de mümkün değil.
Bir bölümü bir yanılsama. Onlarca, yüzlerce yıldan beri yapılan propagandaların etkisi ile kendisinin hakiki ve öz Müslüman olduğunu varsayabiliyor. Bu nedenle bize düşen görev bilimsel bulgulardan, belgelerden, yaşanan Alevilik’ten yola çıkarak ve bir de diğer dinlerle tartarak, karşılaştırarak Aleviliğin ne olup olmadığını ortaya koymaktır. Diğer dinler bilinmeden, bu karşılaştırma yapılmadan Aleviliğin nerde durduğu anlaşılmaz.
Ayrıca çeşitli bölgelerde Aleviliğin farklı biçimlerde ortaya çıkmasının da nedenleri var. Bunun da diyalektik, sosyolojik izahı rahatlıkla yapılabilir. Kapalı kalan, iletişim içinde olmayan, iletişimi sınırlı olan topluluklarda bir içe kapanma söz konusudur. Bu, bölgesel, mahalli özellikleri katar inanca. Eğer toplum açık olsa, ibadet de açık olsa insanlar birbirlerinin ibadetlerini görecek ve etkilencektir. Böyle olmayınca mahallilikler artar. Farklı bölgelerde farklı motifler ve ritüeller bile girebilir.
Sözgelimi, doğal olarak içkinin bol olduğu bölgelerde, dem olarak içki kullanılır ibadetlerde ve törenlerde. Ama biliyoruz ki Dersim’de cem törenlerinde içki kullanılması hemen hemen yok gibidir. Bu bakımdan bölgesel ritüel ve motif farklılıkları sosyolojik bir olgudur. Kapalı olmakla ilgili bir olgudur.
Bir de Alevilik özellikle de Alevi-Kürt kimliği azınlık içerisinde azınlık statüsünde bir kimliktir. Buna çok dikkat etmek lazım. Azınlık içinde azınlık olan topluluklarda milliyet ve din olgusu içiçe geçer ve ulusal kültürü de dini de son derece etkiler. Mesela Yezidi Kürtler “Em e Ezidine” derler. Bunu derken aynı zamanda Kürt kimliğine vurgu yapar. Çünkü onların gözünde Yezidilik ve Kürtlük özdeştir. Bizim bölgede, Maraş bölgesinde, Alevilerin tamamına yakını Kürttür. Dolayısıyla oradakiler “Em e Alevine” derken Kürt olduklarını söylerler. Yani iki kimlik içiçe geçmiştir. Azınlık içinde azınlık statüsünde olan tüm topluluklar için bu böyledir.
Nejat Birdoğan’ın “Alevilik İslamın tarihine dahildir, ama ideolojisine dahil değildir” şeklinde bir tespiti var. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Ben İslam’ın tarihine de dahil olduğuna inanmıyorum, çünkü İslamiyet’ten çok önceleri başlayan bir olaydır Alevilik. Alevi adlandırması çok yenidir. 19. yüzyılın sonlarında literatüre yavaş yavaş girmeye başlamıştır. Şöyle bir yanılgı da var. Geçmişte Aleviyye-Aleviyyun olarak nitelendirilen unsurlar kesinlikle Anadolu-Mezepotamya-Kürdistan Alevileri değildir. Onlar Ali yandaşlığı yapan Arap Şiileri’dir. Alevilik İslamiyet’ten önce başlar. Ama bir dönem İslamiyetle yaşamış diye İslamın tarihi içine sokulamaz bence.
Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Aleviliği İslam’daki klasik iktidar kavgasından bir ayrılma değil. Hilafet üzerinde yürütülen iktidar kavgasından kopuş bugün diğer Arap ülkelerinde gördüğümüz Şiilik’tir. Ve bunun eski literatürde adı Aleviyye, Aleviyyun’dur.
Ama Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Kızılbaşlığı ya da Aleviliği bundan tamamen farklı bir süreçtir. İslamiyet’ten çok önceleri başlar ve daha sonra İslamiyet’le buluşması dolayısıyla belli etkileşimler yaşar, bazı motif ve sembolleri farklı bir içerikle alır. Sözgelimi hiç anlaşılmayan hususlardan bir tanesi de bu Allah-Muhammed-Ali olayıdır.
Bu olgudan yola çıkarak Aleviliğin Müslümanlık olduğu sanılır. Oysa bu her bölgede aynı biçimde görünmez. Mesela bizim bölgemizde, İç Toroslar’da, Allah-Ali-Hüseyin biçimindedir. Muhammed bu üçlemenin dışına çıkartılmıştır.
Bu bir üçlemedir. Aslında bu üçleme aynen Hırıstiyanlık’taki Baba-Oğul-Kutsal Ruh olgusu gibidir. Aynı şeyin Yezidilik’te, Ahle Haq’ta ve Kakailik’te de versiyonları vardır. Ve Allah-Muhammed-Ali denen şey bunun tümünün Ali olarak tanımlanması, Ali’nin Allah olarak tanınması olgusudur. Bu üçte birlik, üçte birleme denen olgudur. Bu anlaşılmıyor, bu yüzden de sanılıyor ki Muhammed’le kast edilen peygamber Muhammed, Ali ile kast edilen Halife Ali, Allah da gaybi Allah’tır. Oysa Aleviliğin özünde gaybi bir tanrı inancı yoktur. Aleviliğin özünde bütün evrende mündemiç, gizil bir güç ve onun insanın kişiliğinde dışarıya kendini vurumu vardır. Yani bir bütün olarak tanrısal güç evrenin bünyesinde mündemiçtir. Bu aslında diyalektik materyalizmle de çakışan bir olgudur. Bütün evrende mündemiç bir güç; ve bu, en değerli varlık olan insanda kendini gösterir.
İnsanlar arasında da belli kategoriler vardır. Ve bu güç en ço İnsan-ı Kậmil’de kendini gösterir. Çünkü İnsan-ı Kậmil bu işin sırrına ermiştir. Bu nedenle Gılgamış’ta da ifadesini bulan “insanlar ölümcül tanrılardır, tanrılar ölümsüz insanlardır” kavramı Alevilik için de geçerlidir aynen. Bundan dolayı İnsan-ı Kậmil mertebesi diye bir mertebe konmuştur. Yani işin bilincine varmayan insanla bu işin bilincine varan, iç devrimini yapmış, İnsan-ı Kậmil mertebesine ulaşmış insan arasında fark vardır. Dolayısıyla oradaki Ali motifi İnsan-ı Kậmil biçiminde görülen, yani tanrı-insan kavramının bir sembolüdür. Ve o üçlemenin tümü de aslında Ali için söz konusudur. Öte yandan Aleviler göksel bir tanrıya inanmadıkları için ondan haber getirecek bir peygambere de inanmazlar. Alevilikte peygamberlik olayı yoktur. Ayrıca Aleviler semavi denen kitapların tümünü mahluk, yani yaratılmış, yazılmış kabul ederler. Bu husus devletin gizli belgelerinde bile var. İlginçtir, Dersim bölgesinde uzun süre kalmış olan Atatürk’ün danışmanı Hasan Reşit Tankut bile bunu idrak ediyor ve söylüyor. Alevilerin kesinlikle dört kitabın gökten geldiğine inanmadıklarını, bunları mahluk, yazılmış olarak gördüklerini; Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in sözleri olarak gördüklerini söyler Tankut. Şimdi böyle görünce onları kutsal kitap olarak kabul etmek söz konusu olmayacağı gibi -başkalarının dinine saygı göstermekle birlikte- kendilerini bu kitaplardan da sorumlu görmezler Aleviler.
Alevilerin kitabı da, erkanı da, deyişi de, gulbangı da kendi dini önderlerinin yarattığı ürünlerdir. Aleviler onunla ibadetlerini yaparlar. Yoksa Kur’an, İncil veya Tevrat’la yapmazlar ibadetlerini.
Uçurumun İki Yakası: Şah-ı Merdan Ali ile Halife Ali
Bütün bu serüven içinde Ali’nin pozisyonu nedir?
Dinlerin hepsinde kutsal kişilikler vardır. Ayrıca dinlerin hepsini bir korku ve vehim yaratmıştır. Böyle olduğu için, her dine mensup insanlarda bir kurtarıcı beklentisi ve özlemi vardır. Bu yüzden Aleviler Ali’yi kurtarıcı özlemine bir sembol yapıyor, sadece bir isim olarak. Öte yandan bu tür heterodoks dinlerde, genellikle bunlar ezildiği, baskılandığı için her zaman mazlumdan yana bir tavır sözkonusudur. Ali’nin hakkı yendiği için, mazlumlar kampında yer aldığı için de kendisine uygun bularak, kendi inancının, kendi kültünün içine alıp sokuyor; gerek Ali’yi gerekse 12 İmamlar’ı, gerekse Ehl-i Beyt olgusunu. Yani Hırıstiyanlık’ta İsa neyse Alevilik’te Ali odur.
Şunu çok açık olarak söylüyorum, Aleviliğin yarattığı Ali kültü ile Halife Ali, tabiri caiz ise, taban tabana zıttır. Aralarında çok büyük uçurumlar vardır. Esas olay Alevilerin kurtarıcı özlemi ve Ali’nin hakkının yenmiş olmasıdır.
Profesör İlhan Başgöz’ün bu Ali kültü ile ilgili çok güzel bir belirlemesi var. Diyor ki: “Aslında İslam tarihinde geçen Halife Ali ile Alevilerin inandıkları, taptıkları Ali arasında büyük bir fark vardır. Halife Ali softa bir yaşam sürdü. Kadınlı erkekli semah tutmaz, ibadet yapmazdı. İçki içmezdi. Saza hoş bakmazdı. Oysa Aleviliğin yarattığı Ali kültü bunun tam zıddıdır.”
Ali İslamiyet’e hizmet etmiş, bu uğurda bir sürü insan kırmış, işte “Allah’ın Arslanı” unvanına layık görülmüş... Bu, Aleviliğin beklentisinin yarattığı bir olgu. Ondan dolayı diyorum Alevilik’teki Ali kültü tamamen farklıdır diye. Yani o mazlumiyet öyle hissediliyor. Mazlumu savunma inancı var ya, onun bir sembolü haline getiriliyor. Ali, literatüre göre 10 defa evlenmiş, oğlu Hasan’sa 25 defa. Gel gör ki hiçbir Alevi bunu kabul etmez. Ali’nin adam öldürdüğünü, insanları İslam’a çevirmek için katlettiğini kabul etmez Alevi. O yüzden “Ali’nin elindeki aşk kılıcı, altındaki aşk atıydı” der. Yani burada Alevi’nin görmek istediği bir Ali’den söz ediyoruz.
Eşyanın Tabiatına Aykırı Bir İş: Alevilik = Şamanizm
Aleviliğin kökenine ilişkin iddialardan biri, onun Şamanizm’den geldiğini ve Türklere – Türkmenlere has oldğunu söyler Bu iddianın dayanağı nedir, nereden geliyor?
Hiç ilgisi yok. Öncelikle şunu söyleyeyim. Bugünkü resmi ideolojinin temelleri İttihatçılar (İttihat ve Terakki Cemiyeti) döneminde atılmıştır. Şöyle ilginç bir olay oluyor. 1912 Selanik Kongresi ile birlikte, İTC’nin dolayısı ile Osmanlı’nın yönetimi bütünüyle Balkan Türkleri’nin, yani Enver, Talat, Cemal paşaların eline geçince, daha önce İttihatçılar’a destek olan unsurlar partiden ayrılıyorlar; Kürt yurtseverleri de dahil. Bu partide kalan ve onlara iyice yaklaşanlardan biri Ziya Gökalp oluyor. Gökalp daha önce Kürtlerle ilgili gramer, alfabe, sözlük yazımına katkıda bulunduğu halde, bunları bir yana bırakıp, İttihatçıların, Balkan Türkleri’nin cephesinde yer alıyor. Onlar da Gökalp’i ödüllendirmek için, onu Genel Merkez Hocalığı’na, yani Parti Başdanışmanlığı’na atıyorlar.
Şöyle ilginç bir olgu var. Eski kaynaklarda geçiyor bu. Sadrazam, yani Başbakan Talat Paşa, Başdanışman Ziya Gökalp’i çağırıyor. Diyor ki: “Ziya bey, şimdi bütünüyle partinin de devletin de yönetimi bizim kucağımıza düştü. Tek söz ve karar sahibi olan biziz. Fakat Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan bizim için adeta kapalı bir kutu. Bu coğrafyalarda bir sürü halklar, etnik gruplar, dinler yaşıyor. Dolayısıyla bizim kendi politik, parti anlayışımıza uygun projeler üretmemiz lazım. Planlar hazırlamamız lazım.”
Nedir İTC’nin ideolojisi? Türkçülüktür. Yani tek tip toplum yaratma anlayışıdır. Gökalp’e bu direktif veriliyor. Gökalp o zaman İttihatçılar’ın önde gelen, eli kalem tutan adamlarını topluyor ve bu direktifi onlara da iletiyor. Sonra bunlar oturup bir çalışmaya giriyorlar. Bu çalışmada en önemli kimliklerle ilgili politikalar üretilecek, raporlar hazırlanacak.
En önemli kimliklerden birisi Kürtler. Onlarla ilgili konuyu Arnavut kökenli Naci İsmail’e veriyorlar. Ermeniler konusunu Esat Uras’a veriyorlar. Kızılbaşlar, Aleviler, Bektaşiler konusunu Dağıstan’lı bir Çerkes olan Baha Said’e veriyorlar.
Baha Said İttihatçı bir militan. Bu kişinin de yaptığı şey Kızılbaşlığı ve Aleviliği, ki Alevilik söylemi çok yenidir, bir bütün olarak Anadolu, Mezepotamya, Kürdistan Kızılbaşlığını Bektaşilik kulvarının içine sokup, Bektaşiliği de Türk Müslümanlığı biçiminde sunmaktır. Buna sonradan eklemlenen bir halka da Rusya’dan kaçan Türkçülerden, profesörlük payesi verilmiş Abdülkadir İnan’dır. Abdülkadir İnan Anadolu’daki Aleviliği bir Türk dini gibi, Şamanizm’in bir devamı olarak sunar. Referanslarından biri Baha Said’in 1927 yılında Türk Yurdu dergisinde çıkan makalesi, biri de kendisidir. Bilimsel bir temeli yok yani. İnan, Anadolu Aleviliği’ni Şamanizm’le başlatan bir kitap çıkardı, Tarihte ve Bugün Şamanizm diye. Dolayısıyla Şamanizm’in referans olarak gösterilmesi tamamen Abdülkadir İnan ile başlayan bir olay. Bundandır ki bu iddianın gerçekle bir alakası yok.
Orta Asya’da çok önemli bir Sünni varlığı vardı. Ve bugün de hậlậ öyledir. Şamanizm’den etkilenen göçebe unsurlar gelirlerken elbette oradaki inançlardan, dinlerden birşeyler getirirler. Ama Anadolu coğrafyasında daha önce yaşamış bir sürü din ve kültür var.
Bu coğrafya, Mezepotamya, adeta bütün dinlerin çıktığı bir yer. Bir yığın uygarlığın gelip geçtiği bir coğrafya. Şimdi böyle bir coğrafyayı, böyle bir kültür harmanını görmezden gelip, Aleviliği Şamanizm’e indirgemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Son derece yanlış bir görüş ve tezdir.
Yukarıda andığımız iddianın bir devamı olarak, dedelik ve ocakların da Türklüğe has kurumlar olduğu söyleniyor...
Bakın Zerdüştilik’te de öyle din görevlileri var ki bunların işlevi, misyonu aynen bizim pirlerinki gibi. Aralarında büyük benzerlikler var. Kehanet ve keramet göstermeye varıncaya kadar. Zerdüştilik’le Alevilik arasındaki gerek ritüeller gerekse felsefi açıdan benzerlikleri bir tarafa bırakıyorum. Demek ki bu kurumların bir önceli var. Yani bir dönüşüm, değişim, bir uyarlama söz konusu.
Yakın döneme gelince. İslamiyet bu coğrafyada egemen olmaya başladıktan sonra, bir bakıyorsunuz mesela Dersim başta olmak üzere ocaklara verilen bu hüccetlerin, icazetname adıyla verilen bu belgelerin özellikle Selçuklular döneminde verilmiş olduğu görülüyor. Çünkü Selçuklular İslamiyeti bu devletin resmi dini haline getirmişler. Bu İslam dışı heterodoks inançları da hem saraya hem İslamiyete yaklaştırmak istiyorlar. Böyle olunca Selçuklu geleneksel olarak bölgede bu dini temsil eden, o topluma dini önderlik yapan unsurları şartlı olarak tekrar görevlendiriyor. Bunlara şecere, icazetname, hüccetname adıyla belgeler veriyor. Bunun bir şartı var: O unsurlar geleneksel olarak temsil ettikleri topluluğun temsiliyetini devam ettirecekler, ama bunu yaparken kesinlikle saraya karşı durmayacaklar. Artı, olabildiğindce İslamiyete yaklaştıracaklar kitleyi. Verdikleri bu şecereleri de kendileri düzüyorlar. Bu dini önderlikleri İslamiyete yaklaştırmak amacıyla onların bir zaafından, Ali kültü ve Ehl-i Beyt olgusundan yararlanarak İslamiyete yamamaya çalışıyorlar.
[caption id="attachment_30772" align="aligncenter" width="612"] İslamo-Faşist Çeteler[/caption]
Aslında söz konusu olan manevi bir zincirdir. Ama sanki bu bir soy zinciriymiş, soydan belden gelme olgusunun bir devamıymış gibi algılıyorlar bu dini önderler ve kitleye de öyle yansıtıyorlar. Daha çok söz ve karar sahibi olmak amacıyla böyle bir misyona bürünüyorlar. Halbuki Selçuklu’nun ve daha sonra Osmanlı’nın verdiği hüccetlerde kastedilen bir manevi zincirdir. “Siz ehl-i beytten geliyorsunuz, onun düşüncelerini temsil ediyorsunuz” demek istiyorlar. Bu da dedelerin işine gelmiş. Yol evlatlığını bel evlatlığına dönüştürdüler. Oysa ki bunun bel evlatlığı ile hiç alakası yok. Yönetimin de temel amacı dediğim gibi, bu yolla onları İslamiyete ve saraya yaklaştırmaktı. Çünkü bu hücceti aldığı halde saraya ters düşen olursa o hüccet alınıyordu. Ve kendisine daha yakın gördüğü bir aileye veriliyordu. Yani bu hüccetler kayıtsız şartsız alanda kalacak bir belge değildi. Yavuz Sultan Selim Hilafeti aldıktan sonra çeki düzen vermek istiyor bu unsurlara, Alevi Kızılbaş zümrelerine. Bu hüccetleri yeni durumu göz önüne alarak, bunların saraya yakınlıklarını, İslamiyete bakışlarını gözeterek yeniliyor. Kim kafasına uyuyorsa onlara o hüccetler veriliyor.
Alevilerin etnik kimliği konusunda işi çok uç noktalara götürenler var. Bunların başında da Cemal Şener geliyor. Şener, bütün Alevilerin etnik olarak Türkmen olduğunu söylüyor. “Bu topraklarda hiçbir Kürt Aleviliğe geçmemiştir” diyor...
Bakın, Cemal Şener’in söylediklerinin bilimsel, tarihsel ve toplumsal gerçeklikle hiçbir alakası yok. İşin ilginç yanı, Şener’in son 10 yıl içinde ilk söyledikleri ile sonrakiler taban tabana zıttır. Sözgelimi Kürtlüğün, Türklüğün milliyet; Aleviliğin, Sünniliğin ise din olduklarını, dolayısıyla bunların karıştırılmaması gerektiğini daha önce söylediği halde, bugün Aleviliği Türk Müslümanlığı biçiminde sunuyor. Bu iki boyutuyla yanlış. Alevilik eşittir Türklük ya da Türkmenlik olamayacağı gibi, Alevilik Müslümanlık da değil. Alevilik ister batıda ister doğuda olsun, ortak temel ölçütlere sahiptir. Ortak temel doğrular ve temel inançlar var. Ama farklılaşan ritüeller ve yorumlar da var. Bu, onların ulusal kültürlerinin inançlarıyla emişmiş olmasıyla ilgilidir. Sözgelimi güneşe karşı dua etme olayı Alevi Kürtler’de yoğunken, Alevi Türkler’de, Türkmenler’de yoğun değil. Mesela ziyaret olayı iki kesimde de var.
Kim resmi ideolojinin daha çok etkisinde kalmışsa onun Aleviliği biraz daha yozlaşmıştır. Müslümanlığa kaymıştır onun Aleviliği. Zaten Türk Alevileri kendilerini Türk-İslam Sentezi’nin Türklük ayağında görüyorlar. Geriye kaldı İslamlık ayağı. Bir de bu propagandaların etkisiyle yoğun bir kayış var Alevi Türklerde. Ama Alevi Kürtler’de yok. O azınlık içinde azınlık statüsünden dolayı yok böyle bir kayış. Onlar kimliklerini koruyorlar. Ama ne yazık ki Alevi Türkler belli ölçüde iğfal edildiler. Bu, Türk-İslam propagandasının o kitle (Alevi Türkler) üzerindeki etkisiyle izah edilir.
Bu noktada ilginç bir şey daha söyleyeyim. Özellikle Hilafet kaldırıldıktan sonra sözde laiklik getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Mustafa Kemal, geçmişi İttihatçı olduğu için, özellikle 1925’ten itibaren gerçek kimliğini ortaya koyan uygulamalara yöneliyor. Bunlardan bir tanesi dinle ilgilidir. Şimdi Alevilere, Bektaşilere ya da diğer şafi Kürt tarikatlerine ilişkin dergahlar, tekkeler, zaviyeler kapatılırken cami kapatılmadı. O dönem Mustafa Kemal’in tek tip toplum, tek tip din –hanefi Müslümanlığı- yaratmak amacıyla yaptığı bir girişim var. Diyaneti görevlendiriyor. Müslümanların kutsal kitabı Arapça. Herkesin Arapça okuması ve anlaması mümkün değil. İnsanlar nereden anlarlar kutsal kitabı? Tefsirlerden anlarlar. Dolayısıyla M. Kemal’in ilk el attığı işlerden biri, Kur’an’ı tefsir ettirmedir. Yani Kur’an hem çevirilecek hem yorumlanacak. Yalnız bunu yaparken, ilginçtir, Diyanet’e şu direktifi veriyor. Diyor ki: “Kur’an’ı tez elden tefsir ettireceksiniz, ne kadar para gerekiyorsa verilecek. Fakat bu tefsirde ehl-i sünnet dışındaki inançlara, öğretilere yer verilmeyecektir. Hanefilik dışındaki diğer sünni mezheplerin görüşlerine de yer verilmeyecek.” Ve “Kur’an” diyor “Türk-İslam geleneği göz önüne alınarak yorumlansın.” Elimizde belge olarak var; bu konuda Diyanet’e 7 maddelik bir direktif veriyor. Diyanet de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazar ile sözleşme yapıyor. Diyor ki Diyanet Yazar’a: “Cumhurbaşkanının isteği budur, biz bunları 7 maddelik bir sözleşme haline getirdik. Bu sözleşmeyi imzalayacak ve Kur’an’ı buna göre tefsir edeceksin.” Yazar da bu sözleşmeye göre tefsir ediyor.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.