Aleviler ve Atatürk

Aleviler ve Atatürk

1925 Takrir-i Sükun’u, gerek Kürt, gerek Alevi gerekse Sol kimliklerin reddi ve imhası üzerine ikame edilmiş bir “gerici” harekettir. “Susturma rejimi”...

A+A-

1925 Takrir-i Sükun’u, gerek Kürt, gerek Alevi gerekse Sol kimliklerin reddi ve imhası üzerine ikame edilmiş bir “gerici” harekettir. “Susturma rejimi” olarak da nitelendirebileceğimiz Takrir-i Sükun’la birlikte; tek-tipleştirme ve Türk- İslamlaştırma politikasının “kaba ve zoraki dizaynı“ için düğmeye basılıyor ve uygulamaya geçiliyordu

Aleviler’in Kemalizm’e tek-yanlı aşkı, önemli ölçüde Kemalist elitin Aşık Veysel ve Sosyalist kesimin Aşık Mahzuni gibi halk ozanları üzerinden yürüttüğü propagandayla gerçekleşti.

dersim-katliami-ataturk

Buna, kuşakdaşları başka halk ozanları da eşlik ettiler. Oysa, Kemalist rejim gerçekte Alevi toplumu için hiç de özgürlük getirmemiş, tersine Aleviliği resmen yasakladığı gibi,

Alevi toplumunu izlemeye almış ve resmi söylemle Aleviliği “kovalamıştı”. Mahzuni gibi halkçı aşıkların, bu gerçekliği içdünyalarında hissetmemesi ve bir biçimde bilince çıkarmaması mümkün değildi. Çünkü, bir bakıma onların da bir “resmi” söylemi, bir “özel” söylemi vardı. İşte, ilk kez yayımlanan alttaki şiir örneği, bunun bir dışavurumuydu.

“Milli Mücadele” yıllarının saygın, hatta efsanevi kişiliklerinden biriyken, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında Mustafa Kemal’le ters düşerek, eşiyle birlikte Birleşik Amerika’nın yollarını tutan romancı ve hikayeci Halide Edib Adıvar, kendisinin de doğrudan tanığı ve sözcülerinden olduğu dar ve zor günleri işleyen bir romanına “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adını verir.

Biliniyor ki, kişi veya toplumlar için hayati önem taşıyan sorunlar karşısında verilen ölümcül sınavlar, “imtihan” olarak adlandırılıyor. Öte dünya inancı ve algısı olan insanlar için, en büyük imtihan “ruz-i mahşer”de yani mahşer gününde verilecek olan sınavdır…

Ancak bu tür algısı ve inancı olmayan insanlar için de, olguların sorgulanması, başka bir deyişle imtihana tabi tutulması son derece hayati nitelikte önemli bir konudur. Nitekim, Hülya Yetişen adlı bir gazeteci arkadaşın, 2009 yılı sonlarında bizimle yapıp, 8 Ocak 2010’da “Kurdistan Post” adlı internet gazetesinde ve Ocak-2012 ayında da “Kürd Sorununda Çapraz Sorgu” adıyla yayımladığı kitapta yer verdiği röportajın sonunda görüşlerimi şöyle noktalamıştım:

“Artık günümüzde, Koçgiri’den başlayarak Dersim’le devam eden ve yakın dönemde Elbistan’la başlayıp günümüze kadar gelen tüm Alevi katliamları sorgulanmaya başlandı… Bu, bence Alevi toplumu için son derece önemli bir dönemeçtir. Artık Aleviler, Kemalizm’le bir imtihana girdikleri gibi, CHP’ye besledikleri tek yanlı aşkı da terk edeceklerdir. Kısaca, yaşadığımız süreç Alevi toplumu ve Alevilik için bir Milat olabilir…” (Age, s. 139 ve M. Bayrak: Dersim- Koçgiri, Özge yay. Ank. 2010, s. 487).

Dersim- Koçgiri konulu kitabımın son sözlerini teşkil eden bu görüşlerim, sözkonusu çalışmamdan da yararlanan Cafer Solgun’un ilgisini çekmiş olmalı ki, aynı yıl içinde “Aleviler’in Kemalizm’le İmtihanı” adıyla bir kitap yayımlamıştı. Gerek bu kitapta gerekse Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı bir konuşmada; bir ibadet yeri olan Cemevleri’nden Atatürk’ün resimlerinin indirilmesi gerdektiğini söylediği için, tehditler almaya başlamıştı.

Aleviler gibi örgütsüz bir toplumun; 1993’te Sivas- Madımak katliamı, 1995’te İstanbul- Gazi katliamı ve nihayet CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in Meclis konuşması üzerine gecikmeli olarak girebildiği bu sorgulamaya; ezilen bir kimlik olarak Kürtler, 1920’li yılların başlarından itibaren girdiği halde, küçük istisnalar dışında, Türk Solu hiç bir zaman gerçek anlamda giremedi.

1925 Takrir-i Sükun’u üç kimliğe de savaş açtı

1925 Takrir-i Sükun’u, gerek Kürt, gerek Alevi gerekse Sol kimliklerin reddi ve imhası üzerine ikame edilmiş bir “gerici” harekettir. “Susturma rejimi” olarak da nitelendirebileceğimiz Takrir-i Sükun’la birlikte; tek-tipleştirme ve Türk- İslamlaştırma politikasının “kaba ve zoraki dizaynı“ için düğmeye basılıyor ve pervasız bir uygulamaya geçiliyordu.

Yeterince olgunlaşmadan patlak veren 1925 Kürt İhtilali’nin bastırılmasından sonra Kürtler’e karşı topyekün bir mücadele başlatıldığı gibi; aynı yıl içinde çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile de Alevilik resmen yasaklanıyor ve o tarihten sonra ibadetleri hem kolluk kuvvetleri hem de CHP teşkilatlarınca  izlemeye başlanıyordu. Bu gerçeklik, 1949 yılında, Aleviler’i CHP’ye bağlı tutma bağlamında etno-politika röportörü Prof. Hasan Reşit Tankut tarafından hazırlanan bir gizli raporda da itiraf ediliyordu.

O tarihten sonra Aleviler, hiç bir zaman özgürce ibadetlerini yürütemedikleri gibi, dini önderleri izlenmeye alınmıştı. Alevi ayet, beyt ve deyişlerinin radyolarda okunması da yasaktı. Dahası, İttihad’dan miras kalan ırkçı “toplum dizayncısı” Şükrü Kaya zamanında, Aleviler’in ibadet enstrümanı sazın şehre sokulması da yasaklanmıştı. 1930 yılında Valiliklere gönderdiği bir Genelgeyle, etnik ve inançsal kültürlere yasaklar getiren Kaya, 1932’de hazırladığı bir gizli raporla, en büyük Alevi havzalarından biri olan Dersim’den yapılacak sürgünlere ve göçürtmelere zemin hazırlamıştı.

Tek parti rejimi döneminde, CHP teşkilatları Devlet’le o kadar içiçe geçmişti ki, etno-dinsel arındırma ve tek-tipleştirme bağlamında gerçekleştirilecek uygulamalarda ve Aleviler’in izlenmesinde adeta bir kolluk kuvveti görevi yapmaktaydı. Nitekim, yine Şükrü Kaya’nın İçişleri Bakanı olduğu 1930’lu yıllarda, en büyük Alevi havzalarından biri olan İçtoroslar bölgesi Alevilerini izlemek ve asimile etmek amacıyla yoğun bir çaba gösterildiğine tanık oluyoruz.

Geçmişte, İçtoroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler konulu çalışmam başta olmak üzere, Maraş’ın Çiğil köyü örneğinden giderek, cem töreni yapan köylülerin bir jandarma onbaşısı tarafından nasıl toplanıp Pazarcık’ta tutuklatıldığını, mağdurların yakınları olan sözlü kaynakların anlatımıyla ortaya koymuştum. Şimdiyse, buna çarpıcı bir örnek olarak, doğrudan resmi yazışmalarla yürütülen bir izleme ve cezalandırma operasyonuna yer vermek istiyorum.

Kemalist devlet ile Kemalist CHP kolkola

İçişleri Bakanlığı ile Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) Genel Katipliği (Sekreterliği) ve CHP İl Teşkilatları arasında sürdürülen gizli yazışmalarda; özellikle İçtoroslar’a tekabül eden Maraş, Malatya, Antep, Adıyaman ve Sivas il sınırları içerisinde bulunan Aleviler’in izlenmesi ve Aleviliği fiilen yürütenlerin cezalandırılması istenmektedir.

Sözgelimi, İçişleri Bakanlığı ve CHP Genel Sekreterliği’nce inceleme yapmakla görevlendirilen Burdur Saylavı (Milletvekili) H. Onaran, Parti Genel Sekreteri Recep Peker’e gönderdiği 15 Nisan 1935 tarihli gizli rapor-yazıda şu hususlara yer verilmektedir:

“1- Bektaşilik hareketleri hakkında İçişleri Bakanlığı’ndan verilip örneği gönderilen bilgiyi Maraş’a avdetimde (dönüşümde) okudum.

Bakanlığın bildiriminde sözü geçen ve kökü Sivas vilayitinde olan işin Maraş Vilayetini alakalandıran yönü;

A) Bundan birkaç ay önce, Maraş Vilayetinden İçişleri Bakanlığı’na da bildirildiği gibi, Sivas’ın Şarkışla’sında elde edilen bu hareket ipuçlarının açılması için yapılan sorgularda dedelik ettikleri anlaşılan üç kişinin (Şarkışla’nın Höyük köyünden Mehmed Ali, Ali ve Veli) Pazarcık kazasının bazı köylerine giderek Dedeliği yürütmeleri,

B) Maraş’ın Müslim mahallesi eski muhtarları mührü ile bazı imzaları ve bu arada bu mahallenin eski muhtarlarından Halil Kahya’nın imzasını taşıyıp Sivas’tan bize gönderilen iki mektuptur.

2- Vilayetimiz, Maraş’ın Müslim kıpti mahallesi eski muhtarları Kıpti Memed ve Halil Kahya’ların evlerini araştırmış ve her ikisini de sorguya çekerek kendilerini, bunlardan Halil Kahya’nın evinde bulunan ve dedelikle alakadar beş parça kağıtla beraber Adliye’ye vermiş ve Sivas ile Pazarcık’ın bağlı olduğu Antep Vilayeti’ne de yazmıştır.

3- Birinci maddede adları geçen üç kişiden Veli, Pazarcık kazasında yakalanmış ve Antep Vilayetinden bura Adliyesine gönderilmiş ve burada yakalananlarla birleştirilmiştir.

4- Adliye, bu adamlardan yalnız Veli’yi alıkoyarak, diğerlerini bırakmıştır. Tevkif edilen Veli ise, duruşma için Sivas Vilayetine gönderilecektir.

5- Maraş’ın Müslim mahallesi, şehrin kenarında Kıpti mahallesidir. Bu Kıptiler, Alevidirler fakat ne bu mahallede ne de Maraş’ın diğer mahalle ve köylerinde dedelik için hiç bir harekete geçmemişlerdir. Maraş şehrinin diğer mahallelerinde ve Maraş kazası köylerinden – son zamanlarda Pazarcık’tan bize geçen birkaç köyden başka- hiç birinde Alevilik’le alakadar ve Alevi meslekinden kimse yoktur.

6- Eskisine nisbetle çok kırılmış ve azalmış olan Maraş’ın tanınmış taassubu sevkiyle bazı mahallelerde, Arap harfleriyle küçük çocukları okutmağa yeltenen bazı cahil kadınlar Vilayetçe yakalanmış ve mahalle aralarında bazı evlerde kapatılarak burada okutanlar Adliyeye verilmiş ve cezalandırılmıştır.

7- Gerek Vilayet ve gerekse teşkilatımız (CHP), bu çeşit hareketler üzerinde ve hassaten Elbistan ve Göksün kazaları köylerinde biraz fazlaca bulunan Kürdler ve Çerkezler hakkında daima uyanık bulunmaktadırlar.

Derin saygılarımı sunarım. C. H. F. V. I. H. Başkanı/ Burdur Saylavı”.

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nde (490-01/ 587-24-3) numara ile kayıtlı bu belgenin, yüzlerce örneğinin bulunduğunu tahmin etmek güç değildir… Bu belgeler Alevi toplumunca bilinmese bile, uygulamaları insanların bilincinde yer ettiği için, köylerde ancak köy girişlerine ve dam başlarına gözcü konarak cem törenleri yürütülebiliyordu…

Açık Kapı Derneği ve yas orucu tutma

Gerçek buyken ve bugün bile Aleviler’in ibadet yeri olan Cemevleri/ Cemxaneler resmen ibadet yeri olarak kabul edilmezken; gerek resmi ideolojinin yeminli kalemleri gerekse sözde sol gelenekten gelen kimi yazarlar, Kemalist rejimin Aleviliği ve Alevileri nasıl kurtardığını; dahası, bir kardeşinin adının “Ömer” olduğunu bilmeyerek, Atatürk’ün “Alevi” olduğunu ballandıra- ballandıra anlatmaktan geri durmamaktadırlar. Hele bunu, son yüzyılın en büyük soykırımlarından birine uğramış olan Dersim’in kimi yazarları yapınca, insan ne diyeceğini bilemiyor…

Bir traji-komik olaya da, 10 Kasım 2011 tarihli Taraf gazetesi manşetten yer veriyordu. “Atatürk için yas orucu tutacaklar. Allah akıl fikir versin” başlıklı haberde, şöyle deniyor: “Geçen hafta CHP’ye katılan Zöhre Ana lakaplı Süheyla Gülen’in onursal başkanlığını üstlendiği Açık Kapı Derneği, bugün Atatürk için (yas orucu) tutma kararı aldı.”

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından parti rozeti takılan resimle verilen haberde; Zöhre Ana’nın “üfürükçülük ve para karşılığı şifa dağıttığı” gerekçesiyle geçmişte 1 yıl hapis cezası aldığına vurgu yapılıyor ve partililerin, adı geçenin üyeliğine karşı çıktıkları hatırlatılıyor… Bir zamanlar, başını sokacak bir gecekondu için, Belediye Meclisi üyesi olan eşimden yardım gören bu ailenin, sonradan “köşeyi döndüğü” söyleniyordu. Ancak, bu noktada benim için önemli olan, üstteki suçlamalarla geçmişte birkaç kez gözaltına alınan Zöhre Ana’nın, uğruna “yas orucu” tuttuğu M. Kemal Atatürk’ün 1925’te çıkardığı ve kendisini de doğrudan ilgililendiren Tekke ve Zaviyeler Kanunu hakkında ne düşündüğüdür!..

1960 darbesi Alevilik’te bir kırılma yarattı

1925-50 Yılları arasında halkın ensesinde boza pişiren tek-parti rejimi, diğer ezilen kimlikler gibi Alevi toplumunu da bir arayışa itmiş ve özgürlük- demokrasi gibi sloganlarla ortaya çıkan Demokrat Parti’ye yöneltmişti. Fakat bu partinin de kimi olumsuz uygulamaları, diğer ezilen unsurlar gibi Alevi toplumunu da bu partiden uzaklaştırmaya yetmişti.

1960 Darbesi’nden sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi ile Alevi toplumu ve Alevi halk ozanları arasında doğal bir buluşma oldu. Aynı dönemlerde Ankara’da kurulan Halk Ozanları Kültür Derneği üyelerinin önemli bir bölümü İçtoroslar’dan gelen Alevi Kürt kökenli ozanlardan oluşuyordu ki, Aşık Mahzuni de bunlardan biriydi.

Türkiye İşçi Partisi, bu ozanlar üzerinden toplumla buluşmaya çalışırken; ogüne kadar Alevi müziği icra etmesi yasaklanan bu ozanlar da, dışarıya açılmanın ve halkla buluşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Oysa, 1960 Cuntacıları’nın hesabı ise daha farklıydı. Onlar, büyük çoğunluğu Kürt kökenli olan bu Alevi halk ozanlarının eserlerini Türkçe icra etmelerini sağlamaya dönük gizli planlar yapıyorlardı ki, bu konudaki bir gizli rapor, nice zaman sonra Ecevit’in gizli kasasından çıkacaktı…

Doğrusu, TİP’in de bu konuda ciddi bir politikası yoktu ve onlar için aslolan bu ozanlar üzerinden halka gidebilmekti… Bu ozanlar içinde en etkili olanlardan biri Aşık Mahzuni idi. Mahzuni, Aleviliği Sosyalizmle bütünleştiren şarkı ve deyişleriyle  toplum üzerinde oldukça etkili oluyordu ve bu görüşlerimi, daha 1975 yılında Mahzuni ile ilgili ilk kitap hazırlanırken de ifade etmiştim: Bkz. Süleyman Yağız: Berçenekli Aşık Mahzuni, May yay. İst. 1976, s.84-86 ve M. Bayrak: “30 Yıl Önce Bir Mahzuni Değerlendirmesi”, İçtoroslar’da Alevi Kürt Aşiretleri içinde, Özge yay. Ank. 2006, s. 583-585.

Ancak, ideolojik donanımı yetersiz olan halk ozanlarında rastladığımız kimi çelişki ve yanılgılar Mahzuni’nin şiirinde de kendini gösteriyordu ki, bunlardan birini o tarihte de eleştirmiştim. Mahzuni, 1974’in hamaset havasına kendisini kaptırarak yazdığı ve plak olarak çıkardığı Kıbrıs’a ilişkin bir şarkısında, “Ey kahpe Yunan, biz göğsü kıllı Memed’in çocuklarıyız” türünden ırkçı bir söylem kullanıyordu. Sonradan, bundan büyük bir pişmanlık duyduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Mahzuni’nin, böylesi bir dolduruşla yazılmış ve hamaset kokan bir şiiri de, Atatürk’e yazdığı “Mavi gözlüm nerdesin?” nakaratlı bestelenmiş bir eserdir ki, bu eser de, sonradan kimi halk ozanlarınca ve yazarlarca eleştiri konusu edilmiştir. Sözgelimi, bizim de Alevilik ve Kürtler adlı eserimizde (Ank. 1997,s. 98)  yer verdiğimiz bir şiirde, yine Afşinli hemşehrisi Ozan Emekçi, onu şöyle eleştiriyordu:

Halk zulüm içinde, o gönül eğler

“Yeşil Gözlü”sünün ardından ağlar

“Yiğitler” deyince yürürdü dağlar

Binboğa’ya selam veremez oldu.

Aşık Mahzuni’nin gerçek düşünceleri neydi?

Emekçi, 2000 yılında Alevi Federasyonu’nca düzenlenen “1000 Yılın Türküsü! etkinliği dolayısıyla birlikte oldukları ve evde misafir ettiği Mahzuni’nin, sözkonusu kitabımı alıp incelemeye koyulunca, daha önce görmediği bu şiire rastlayıp huzuru kaçmasın diye, kitabı elinden nasıl aldığını, ölümünden sonra hoş bir anı olarak gülerek anlatmıştı.

Âşık Mahzunî Şerif

Mahzuni’nin bu şarkısı, şimdilerde Atatürk’ten görüntülerle bir klip olarak yayımlanıyor. Üstelik, klipte yer verilen görsel ürünlerin çoğu da, Atatürk’ün Dersim katliamı sonrası bölgeye yaptığı seyahatten alınmış resimler… Yani Mahzuni’nin, atalarının geldiğini söylediği Dersim’de yapılan katliam sonrası çekilmiş resimler…

Peki, kendine Kemalist diyen 12 Mart darbecilerinin tutuklayıp, benim de 1972’de Kartal- Maltepe Askeri Cizaevi’nde ziyaret ettiğim Mahzuni’nin gerçek düşünceleri neydi bu konuda?

İsterseniz, bunun cevabını da doğrudan Mahzuni’ye bırakalım. Mahzuni’nin, 1974 yılında Kürecikli bir aile dostunun evinde, Aşık Veysel’in “Atatürk Ağıtı”na bir cevap olarak, aynı makamla irticalen söylediği bir eserinin sözlerini birlikte izleyelim:

Ata’m dünyadan gideli

Ata’ya vatan ağladı

Başbuğu olmuştu mülke

Sabanı tutan ağladı

Fakirler ortada kaldı

Aradı belayı buldu

Sanki Ata’ya ne oldu

Tarlada kalan ağladı

İp- yorganla bulduk bela

Şükür ile Cennet-ala

Memed aldı Çanakkale

Sanki Anıtkabir’de yatan ağladı

Tren hattı tayyareler

Bizler giydik hep karalar

Senin idi Buharalar

Hep sana çatan ağladı

O kırmızı çizmelerin

Bir millet yapmıştı derin

Bu milletin son neferi

Kan ile yatan ağladı

Eğil gel Atatürk eğil

Kurtardığın insanı bil

Bu milleti baban değil

Kan ile yapan ağladı

Bu sözlerim olmaz tabir

Yendik gittik hatte bir bir

Benim midir Anıtkabir

Helada yatan ağladı

Osmanlılar bizi boğdu

Sanki yeni güneş doğdu

Her doğan şah bizi sağdı

İneği tutan ağladı

Bu yurdu baban mı kurdu

Kafanız böyle buyurdu

Senin miydi yedi ordu

İsimsiz yatan ağladı

Selanik’i almak için

Başeyledin bize …..(x)

Bilir misin kavgan için

Kıbrıs’ı satan ağladı

(Orada yatan ağladı)

Kimden aldın kime verdin

Gene harbi sen savurdun

Osman yıktı, Ömer kurdu

Ali’ce duran ağladı

Der Mahzuni hele hele

Derde düştük bile bile

Maaşlar verdin Veysel’e

Telli şehidan ağladı

(Zındanda yatan ağladı)

(x)Tek kelime çıkarıldı.

‘Türk ve Kemalist’ mahreçli Sol liderlerine sahip çıkamadı!..

Siyasetçi Suat Bozkuş, “Büyük Katliamlar” konulu bir yazısında şöyle diyor:

“28 Ocak 1920 tarihinde (1921 olacak MB) Trabzon’da tekneye bindirilip götürülen TKP kurucusu ve MK üyeleri olan (Onbeşler)in hançerlenerek dalgalara yem edilmesi bir işaret fişeğidir. O günden sonra sol ve komünizm adına ot bitmesine bile izin verilmemiştir. Her türlü engele rağmen taş-toprak altından filizlenen kardelenler, asker postalı ve tanklarla ezilmiştir.” (Öz-Po,18.2.2012). Bozkuş’un verdiği ikinci önemli katliam ise, 1 Mayıs 1977 katliamıdır.

1925 Tekrir-i Sükun’uyla Kürtler’in ve Aleviler’in haklarının gasbedilmesi bir yana; bu tarihten sonra çok partili sisteme son verilmiş, Komünist Parti yasaklanmış, işçi sınıfının dernek ve sendikeleri kapatılmış, 1 Mayıs işçi bayramı yasaklanmış, daha da önemlisi “işçisi sınıfını savunmak” cezai müeyyideye bağlanmış ve bundan milyonlarca insan zarar ve hasar görmüştü. Buna rağmen, emek cephesi ve sol açısından Kemalizmin ciddi bir eleştirisi yapılmadığı gibi, Rasih Nuri İleri gibiler “Atatürk ve Komünizm” gibi kitaplarla, Çetin Altan gibi gazeteciler “Atatürk’ün Sosyal Görüşleri”, Attila İlhan gibi yazarlarsa “Hangi Atatürk” gibi kitaplarla onu “Solcu” olarak sunmuşlardı.

Bu nedenle de, Atatürk’ün ciddi bir sorgulanması yapılmadığı gibi, onun “Onbeşler”in katlindeki rolü de esgeçilmişti. Kuşkusuz bunda, Sovyetler’in ülke ve sistem çıkarları ile onun güdümündeki TKP’nin tutumu önemli rol oynamıştı… Türk İnkılab Tarihi Enstitüsü arşivinden alınan, Onbeşler’in tasfiyesiyle ilgili bu belgelerin hemen tamamı; Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal ile Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir ile Valilerden Hamdi ve Rüşdü Beyler arasındaki gizli yazışmalardan oluşmaktadır.

M. Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğdurulmalarında doğrudan görev alan Yahya Kahya’nın, “Daha üstüme varırlarsa, herşeyi olduğu gibi ortaya dökerim” dedikten hemen sonra, 3 Temmuz 1922’de “fail-i meçhul”e kurban gitmesi zaten herşeyi anlatmıyor mu?..

Sözün özü; insanların öz kimlikleriyle ve özgürce yaşayabilecekleri gerçek bir demokrasi, herşeyden önce bunun önündeki en önemli engel olan resmi ideolojinin yani Kemalizmin sorgulanmasına ve bununla girilecek imtihandan başarıyla çıkılmasına bağlıdır. Ve tabii, Alevi toplumunun bir önceliği ise bu sorgulamaya bağlı olarak, içinde bulunduğu “tek yanlı aşk”tan kurtulmaktır…

M.BAYRAK

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.