Alevî sorununun çözümü, doğru laiklik anlayışından geçiyor
Alevî sorununun çözümü, doğru laiklik anlayışından geçiyor Levent Köker / ZamanGeçen hafta, Devlet Bakanı...
Alevî sorununun çözümü, doğru laiklik anlayışından geçiyor
Levent Köker / Zaman
Geçen hafta, Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik'in himâyelerinde gerçekleştirilen 2. Alevi Çalıştayı, ilginç tespitlere ve tartışmalara sahne oldu. Çalıştaydan bu yana geçen kısa süre içinde, ana hatlarıyla bu toplantının değerlendirmesine vesîle olabilecek pek çok haber ve yazı medyada yer aldı.
Kıymetli meslektaşım Necdet Subaşı ve mesâi arkadaşlarının belli ki çok emek verdikleri bu toplantı, hükûmetin konuyla ilgili ciddi ve köklü bir çözüm arayışının bir göstergesi olmanın ötesinde anlamlar taşıyordu. Burada, elbette bu önemli toplantının topyekûn bir sunumunu ve muhasebesini yapmak veya konuşulanlar hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmak amacında değilim. Her halükârda, hükûmetin, bundan böyle de devam ettireceğini açıkladığı "çalıştaylar" üzerinden "Alevî sorunu"nun köklü bir biçimde çözümü için izleyeceği yol haritasını tespit etmekte kararlı olduğu anlaşılmaktadır.
Önümüzde duran, toplum olarak yüzleşmemiz ve tabusuz, yasaksız, engelsiz ve çarpıtmasız bir biçimde siyasî kamu sahasında tartışmamız gereken sorun, adlandırmadan başlayarak, içeriğinin belirlenmesine kadar uzanan bir dizi karmaşık boyut içeriyor. Önce adlandırmadan başlayalım. Çalıştayda da bir ara ve çok da haklı olarak işâret edildiği üzere, sorunu "Alevîlik sorunu" değil de "Alevî sorunu" olarak adlandırmak daha doğru. Çünkü, "Alevîlik sorunu" denilmesi, sanki "Alevî olmanın" ve buna bağlı olarak "Alevîlik"in kendisinin bizâtihi bir sorun olduğu anlamını taşıyor ki, herhâlde böyle bir anlayışı kabul etmek mümkün değil. Açıkça ayrımcı ve din, inanç ve vicdan hürriyeti ile bağdaşması imkânsız böyle bir çağrışımdan özenle kaçınacak ifâdeler gerekiyor, sorunu doğru anlamak ve anlatabilmek için. Bu bakımdan "Alevî sorunu" daha yerinde gibi görünse de, onun da sâdece ifâdede kısa ve kolay bir tâbir olması nedeniyle tercih edilebilir olduğunu belirtmemiz gerekiyor. En doğrusu, "Alevî sorunu" diye kısaltarak ifâde ettiğimiz mes'elenin aslında Türkiye'nin Alevî kimliğine sâhip vatandaşlarının kamusal alanda ortaya attıkları ve esâsen "siyâsî çözüm" bekleyen taleplerini içerdiğini açıkça vurgulamak.
Bu durumda "Alevî sorunu" Alevî vatandaşların taleplerinden kaynaklanan bir dizi konuyu içermektedir diyebiliriz. Bu taleplerin hemen tamamı Türkiye'de hâlen geçerli olan Anayasa ve daha alt seviyedeki hukuk kurallarının değişmesini gerektirmektedir. Mevcut hukuk düzeninde, kuralların değişmesi öncelikle konuyla ilgili olarak yasama organında bir irâdenin oluşmasını gerektirmektedir. Böyle bir irâde sonucunda yeni kurallar ortaya çıkacağı için de, açıkladığım anlam ve içeriği ile "Alevi sorunu"nun çözümü, öncelikle siyâsî irâdenin oluşmasını gerektiriyor. Bu yüzden de sorunun çözümü "siyaset"te. Türkiye'de yaşayan herkes biliyor ki, kuralların değişmesi her zaman sorun çözücü olmuyor. Uygulamanın, özellikle de yüksek mahkemelerin değişen kuralları doğru yorumlayıp uygulamayı belirlemeleri de gerekiyor ki, bu da bir anlamda siyâsî nitelik taşıyan bir süreç.
İSİM KOYMA ÇABALARININ GEREKSİZLİĞİ
Alevî sorununun, özetle, Türkiye'de hukuk kurallarının ve uygulamasının değişmesini gerektiren ve bu anlamıyla siyâsî nitelik taşıyan bir sorun niteliğinde olduğunu söylemek, sorunun toplumsal (kültürel ve ekonomik) boyutlarını görmemek veya gizlemek anlamına gelmiyor. Tam tersine, yüzyıllardır yerleşiklik kazanmış önyargıların varlığı, bütün "barış içinde bir arada yaşama" tecrübesine rağmen, çok açık bir gerçek. Bu önyargıların yol açtığı ayrımcılık tecrübeleri ve bunun zaman zaman erişebildiği şiddet düzeyi de tüm çıplaklığı ile ortada. Bu nedenle, Alevî sorununun çözümü, Türkiye'nin toplumsal ve kültürel çoğulculuğa saygılı bir demokratik hukuk devleti olma yolundaki ilerleyişine en az Kürt sorununun çözümü kadar anlamlı katkılar yapabilecek bir potansiyel taşıyor.
Bu tespitten sonra, "Alevî sorunu"nun içeriğinde yer alan belli başlı noktaları belirtmek mümkün görünmektedir:
Birinci nokta, Alevîliğin bir din veya mezhep yâhut başka tür bir adlandırma ile "inanç alanı" içinde mütalâa edilebilip edilemeyeceği ile ilgili çoğucası ilâhiyatçıları ilgilendiren tartışma konusudur. Alevî sorununu, yânî Alevî vatandaşların taleplerini değerlendirirken bu "teolojik tartışma" ile başlamak, sorunu çözmemek, çözmek istememek veya çözememek demektir. İnsanların inançlarının "din", mezhep vesâir nitelikte olup olmadığı, insanların kendi inandıkları her ne ise onunla ilgili kamusal ve siyâsî taleplerinin haklılığı konusunda başvurulabilecek bir ön-mes'ele niteliğinde değildir. Bir diğer deyişle bu konu, Alevî sorununun çözümü bağlamında dikkate alınması gereken bir konu değildir.
Alevîliğin bir din veya mezhep veyahut başka bir adlandırma gerektiren bir inanç diye nitelenmesinin, çağdaş din ve inanç hürriyeti normlarıyla uyuşmamak bir yana, Alevî sorununun çözümünü engellemekten başka bir işe yaramadığı, cemevi-cami tartışmasını yeniden alevlendirmek suretiyle mes'eleyi çözümsüzlüğe mahkûm ettiği açıkça ortadadır. Bir diğer deyişle, bu tartışmanın en önemli pratik uzantısı "Alevîlik din veya mezhep değilse, cemevi de ibâdet yeri değildir" biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Oysa Alevî sorununun en önemli parçalarından biri, Alevî vatandaşların cemevlerini ibadet yeri olarak kabul etmelerinin devlet tarafından da tanınmasına yönelik talepleridir. Lâiklik, devletin hiçbir dinî kuruma resmiyet kazandıracak biçimde resmî bir devlet dini tesis etmemesi ve hiç kimsenin din ve inancını serbestçe icrâ etmesine, yaşamasına engel olmaması demekse, bu tartışmanın da yapılmaması gerekmektedir. Türkiye'de devlet, Anayasa'nın değiştirilemez 2. maddesinde yazıldığı gibi "lâik" ise bu tartışmaya yer vermeyerek, vatandaşlarının inançlarına ve bu inançların icrâ edilip yaşanmasına karşı eşit mesafede bulunması gerekmektedir. Bu "eşit mesafe", cemevlerinin de ibadet yeri olarak kabûl edilmesinden veya cemevi dışındaki ibadet yerlerine halen uygulanmakta olan ayrıcalıkların kaldırılmasından geçmektedir ki herhâlde doğrusu cemevlerinin de ibadet yeri olarak kabul edilmesidir.
Alevî vatandaşların bir diğer önemli talebi, okullarda okutulan zorunlu din kültürü dersleri ile ilgilidir. Bu dersler konusunda hem Danıştay, hem de AİHM kararlarına konu olan mes'ele müfredat değişiklikleriyle çözülebilmiş değildir. Türkiye'nin yukarıda belirttiğim anlamda doğru lâiklik anlayışını kurumsallaştırması, bu konuda da gerekmektedir. İlgili bir diğer nokta, belki de Alevî sorununun en kritik noktası Diyânet İşleri Başkanlığı'nın hukukî statüsü ve mevcut yapısı ve işleyişidir. Öyle anlaşılıyor ki, Diyânet değişmeden Alevî sorununun çözümü de mümkün değildir. Bununla birlikte, Diyânet'in Anayasa'nın 136. maddesindeki statüsü ve bu statüyü değiştirmenin Siyasî Partiler Kanunu'nda "lâikliğin korunması" adıyla yasaklanmış olması, mes'elenin çözümünü zorlaştırmaktadır. Söylemek gerekir ki, Türkiye'de geçerli olan ve din ve vicdan hürriyetinin güvencesi olmaktan çok belli bir hayat tarzını empoze edici nitelik taşıyan resmî ve otoriter lâiklik anlayış ve uygulaması değiştirilmeden Alevî sorununun çözümüne yönelmek de pek mümkün görünmemektedir. Türkiye'de "doğru lâiklik" yönünde böylesi bir değişimin Alevîleri de içine alan geniş bir mutabakata dayanması gerektiği ise işin bir diğer önemli boyutudur.
Prof. Dr. LEVENT KÖKER
ZAMAN - 16 Temmuz 2009, Perşembe
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.