Alevi Sorununa Çözüm İstenmiyor mu?
Alevi Sorununa Çözüm İstenmiyor mu?Alevi sorununa çözüm gelecek mi? Hükümetin niyeti samimi mi? "Havuç ve...
Alevi Sorununa Çözüm İstenmiyor mu?
Alevi sorununa çözüm gelecek mi? Hükümetin niyeti samimi mi? "Havuç ve sopa" taktiği olabilir mi? Askeri ve sivil bürokraside Alevi temizliği mi yapılıyor? Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı Murtaza Demir yazdı.
Murtaza DEMİR / Bia
Alevilerin inançsal beklentilerini karşılamak amacıyla çalıştay başlatan devlet bakanlığının nihai raporu, önümüzdeki günlerde yayınlanacak ve beklentileri karşılayıp karşılamadığı anlaşılacaktır. Raporun, her anlamda tarihi bir nitelik taşıdığını, Aleviler nezdinde olumlu beklentilere neden olduğunu, hayal kırıklığı yaşanması durumunda ise hali hazır gerilimin daha da artacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Bu yazıda, nihai rapora dair öngörülerimizi, hükümetin ve kimi kurumlarımızın Alevi Çalıştayları sürecine dair tutumlarını, olumlu gelişmeleri, olumsuzlukları ve çözüme karşı çıkışın nedenlerini konu edeceğiz.
Siyasi iktidar, Türkiye tarihinde ilk kez, küresel nedenlerle de olsa 2009 yılı Haziran ayında "Alevi sorununun" çözümüne dönük bir çalışma başlattı. Alevi kurumlarına, düşünen ve yazanlara, inanç önderlerine, camiadan kimi siyasilere çağrı yaparak, "gelin, bu sorunu konuşalım ve çözmeye çalışalım" dedi. 3-4 Haziran, Ankara-Bilkent Otelinde gerçekleştiren I. Çalıştaya, bugün sürece muhalif olan kurumların yöneticileri de dahil olmak üzere tüm kurumlar katılarak, "bu bir milattır, tarihimizde ilktir" biçiminde demeçler verdiler ve hükümetin yaklaşımını olumladılar. Ancak sonra, Çalıştay takviminin daha baştan yedi etap olarak sürdürüleceği açıklandığı halde, ne olduysa oldu: aynı arkadaşlar sürecin "uzadığından, Brezilya dizilerine benzediğinden" bahisle, açılımı olumsuzladılar ve niyetlerini kampanyaya dönüştürdüler.
Mesele bağcıyı dövmek değil de, üzüm yemekse sorulması ve yanıtlanması gereken sorular şunlardır: uygulama, atama ve yaptırımlarında Alevi karşıtlığına bunca ağırlık veren, AKP İktidarıyla bu müzakereyi sürdürelim mi; sürdürmeyelim mi? Sürdürürsek ne olur; sürdürmezsek ne olur?
Düşünelim ve gerçeğimizi görmeye çalışalım...
Türkiye'den gayrı yurdumuz yoktur. Belli ki, burada; Alevi-Sünni, Müslim-Gayrı Müslim bir arada yaşayacağız. O halde medeni olmanın asgari kuralını göz ardı etmeden, herkesin, diğeriyle en azından diyalog kurması, meseleleri müzakere etmesi zorunluluğuna mahkûm olduğumuzu unutmayalım. Eleştirilerimizi elbette dile getirelim: ama slogansı, siyasi, kaba ve karşıtlık üzerine bina edilen bir söylemi değil, müzakere ve çözümden yana; içinde toleransı da barındıran barışçı bir dili tercih edelim. Zira hali hazırda kullanmayı tercih ettiğimiz dil ve üslup, Alevi yolunun dili olmadığı gibi ne Alevilerin, ne barışın, ne de ülkenin hayrına değildir. Çağrının nedenleri ve çağrı sahibinin niyeti elbette önemli... Söylenildiği üzere bundan şüphe duymak için yüzlerce neden var... Devlet bürokrasisinde, "Alevi temizliği" yapan hükümet, aynı anda nasıl oluyor da "Alevilerin hukukunu teslim etmek" üzere çalıştaylar düzenliyor?
Bu yaklaşımı sorgulayıp, anlamaya çalışalım... Ancak unutmayalım bu bir devlet projesidir. Yürütmenin niyetini anlamamızın ise tek yolu var: diyalog kurmak ve yüz yüze konuşmak... Yurttaşlar olarak devletin temsilcisiyle konuşmaktan daha doğal ne olabilir ki. Öyle ya, milyonlarca devlet çalışanı içinde bir tane vali, general, müsteşar, elçi, hatta genel müdür barındırmaya tahammül edemeyen; "şurada Alevi var; burada Alevi var; sayıları şu kadar" gibi davranışların anlamını soralım. Emre Aközve Şıh Şamil Tayyar seviyesinden yazanlara da diyelim ki, "lütfen; devlet içinde bir tane dahi olsun, üst düzey Alevi yöneticinin olmamasını da sorgulayın..."
Soralım ki, nereden kaynaklandığını, bunu nasıl okumamız gerektiğini, hükümet politikasından mı, yoksa hükümete yaranmak hevesinde olan kimi işgüzarların tasarrufu mu olduğunu anlayalım. ABF Başkanı ve sekreteri arkadaşlarımız bunu daha önce yaptılar: Ergenekon Savcısıyla görüşüp, kendilerine suikast düzenleneceğine dair kanıtları görüp, "ikna olduklarını" söylediler. Demek ki, kişisel sorunlar konuşulabildiğine göre, toplumsal sorunlar da konuşulabilinirmiş... O halde hükümetin çelişkilerini, bu tehlikeli uygulamaların hangi iç tehdit ve gerilimleri beslediğini konuşmaktan neden imtina edelim? Kaldı ki, dağlar kadar sorunumuz çözüm beklerken, "bu hükümetle olmaz, şu hükümetle konuşuruz" diyebileceğimiz bir siyasi iktidar alternatif var da biz mi bilmiyoruz? Yoksa GODO'yu bekler gibi Alevi ağırlıklı bir siyasi partinin iktidar olmasını mı bekleyeceğiz?
Biz, koşullarımıza ve Türkiye gerçekliğine baktığımızda, hükümetin yaklaşımını, Alevice inanmak ihtiyacı içinde olan insanlarımız bakımından müzakereye değer buluyoruz. Zira Alevi kurumları olarak bizim öncelikli sorumluluğumuz; siyaset yapmak, her ne koşulda olursa olsun muhalefetle ortak davranmak, onun dümen suyunda gitmek, yönlendirmelerine pirim vermek değildir. Bizim işimiz, seçimle gelmiş olması kaydıyla hangi hükümet olursa olsun, olumlu yaklaşması durumunda bunları değerlendirmek, enine boyuna müzakere etmek ve müzakereden olumlu sonuç çıkarmaktır. Söylenildiği gibi hükümetin, türban, katsayı ve yargıyı siyasallaştırmak-teslim almak gibi gizli ajandası var da, bunu Alevi açılımı üzerinden ve beklentilerimizi alet ederek gerçekleştirmek istiyorsa, bunu anlamanın ve hükümetin samimiyetini test etmenin yolu da yine diyalog kurmaktır. Bu nedenlerle biz, Vakıf yönetimi olarak diyalog yolunu tercih ettik...
"Alevi-Bektaşi hırkasına sarılan derin devlet", Alevileri tekrar tedavüle mi sokmak istiyor?
Kronik hale getirilen ve bin yıldan buyana sürekli olarak tahkim edilen Alevi karşıtlığının faturasını AKP Hükümetine çıkarmak kolaycılığını bir yana bırakıp, bardağın hem dolu, hem de boş yanına bakmak ve her iki yanını da görmek daha aklidir. Alevi-Bektaşilerin eşitlik taleplerine direnen salt AKP yapılanması değil, ondan daha fazla devletin Alevilere karşı kurumlaştırıp geliştirdiği negatif devlet refleksidir. Örneğin "Zorunlu Din Derslerini" topluma dayatan ve yasalaştıran, AKP değil, bugüne değin esas devlet sayılan "derin" askeri iradedir. Darbelerde ve ara dönemlerde kıyım kıyım kıyılanlar kimlerdir? Çorum, Maraş, Sivas, Gazi, Ümraniye gibi sayısız yerleşim biriminde provakasyon yaparak; katliamlara neden olan, en azından bu katliam-kıyım kalkışması karşısında sessiz kalarak gerçekleşmesini sağlayanlar, devletin hangi birimleridir?
En ücra birliklere değin, hepsini cami ve mescitlerle donatan askeri yetkililerimiz, bu ülkede yaşayan; cumhuriyete, Atatürk ilke ve devrimlerine, laikliğe ve demokrasiye sarsılmaz şekilde bağlı olan Alevi gençleri için bir tane dahi olsa cemevi açmak ihtiyacı hissetmemiş, çocuklarımızı dolaylı da olsa camiye zorlamaktan bir an bile geri durmamıştır. Bu tutumun Zorunlu Sünni Derslerine zorlanan çocuklarımızın durumundan, Alevi köyüne zorla cami yapılmasından, siciline "Alevidir" diyerek kırmızı çarpı işareti konulması işleminden ne farkı vardır? Lütfen izan ve insaf sahibi olalım: inanç ihtiyacının karşılanması bakımından, kışlasında, garnizonunda, karakolunda bir tek cemevi bulunmayan askeri yetkililerimizin, yüzbinlerce kadrosuna karşın bir tek odacı dahi istihdam etmeyen DİB'den ne farkı vardır? Dolaysıyla, bu tasarımdan sorumlu olan şu kurum, şu parti veya kişi değil, devlettir...
Biz, demokrasiye evrilen, laik, çoğulcu, eşitlikçi, insan hak ve hukukunu gözeten devlet istiyoruz. Bu yüzden biz, "ne postal, ne şeriat" demeye devam edeceğiz. Ve birini diğerine tercih etmeyeceğiz.
Dünden bugüne AKP iktidarında hangi negatif gelişmeler oldu?
Bu gerçeklere karşın, bugün, milyonlarca yurttaşının en temel ihtiyacı olan inanma ihtiyacını anlamakta güçlük çeken, halen, gidip Alevi köyüne-kasabasına cami yapan, hakkımızı değil de sadaka veriyormuş gibi davranan AKP yetkilileridir. Böyle bir hükümet, milli değildir. Demokrat ise HİÇ DEĞİLDİR... AKP Hükümetini ve yetkililerini, köylerimize cami yapmak tasarrufundan derhal vazgeçmeye çağırıyoruz.
Devlet bürokrasisindeki Alevi karşıtlığı özellikle de bu hükümet döneminde akıl almaz, vicdan kabul etmez ölçülere ulaşmış, devlet bürokrasisi içinde adeta Alevi avı başlatılmıştır. Açıkçası, yukarda da söylendiği üzere bütün bu akıl dışı uygulamaların hükümetin gizli ajandasına ait olup olmadığını bilemiyoruz. Bu yüzden bizler, bu rahatsızlığı hükümete iletiyor, sağduyuya davet ediyor, iç barışa ve "Çalıştayın" sonuçlarına gölge düşürmemesi bakımından, bu doğrultudaki bir genelgeyle devlet bürokrasisinin uyarılmasını özellikle bekliyoruz.
Evet, meşru istemlerimizin görüşme ya da müzakere edilmesine dahi ihtiyaç olmadığı savı doğrudur. Demokratik devlet ve demokrat yöneticiler, yurttaşlarına eşit davranır. Onların nasıl ve nerede yakardığına karışmaz; hatta ilgilenmez bile... Ama Türkiye, öyle bir ülke midir? Yönetenler çoğulculuk kavramından haberdar mıdır? Ülkede onlarca farklı inanç mensubiyeti yaşıyorken, tek inanç mensubiyetini esas alan, kendisini, sadece onun inançsal ihtiyaçlarından sorumlu sayan, öyle kurgulayan ve ona hizmet eden devlet, bu devlet değil midir?
Biz, meşruuyuz, haklıyız ve masumuz. Yüzyıllardır şiddete başvurmadan, barışın dilini kullanıyor ve istemlerimizi söyleye geliyoruz. Bu yönetme biçiminden dün de rahatsızdık, bugünde öyleyiz. Oysa baktığımızda, bu hükümetten en çok şikâyet edenler, 12 Martlarda ve 12 Eylüllerde toplum mühendisliğine soyunan ve toplumu dönüştüren askeri bürokrasidir. Ülkemizde filizlenen demokratik duyarlılığı postalla ezenler, şimdi bu hükümetten şikâyet ediyorlar...
Ülkemizde, Nazi Almanya'sında Yahudi avına çıkan SS istihbaratçılarına özenen "gazeteciler" vardır. Onmilyonlarla ifade edilen nüfus yoğunluğuna karşın, devletin sadece bir biriminde (HSYK) söz hakkı olmasına dahi tahammül etmeyen, ikide birde "bunlar Alevidir" diyen Emre Aköz ve Şıh Şamil Tayyar gibilerin vicdanlı davranmadıklarını söylemek isteriz. Nitekim Sivas-Alibaba'da olduğu gibi, "sen Alevi misin" diyerek kız öğrenciyi yumruklayan güya öğretmenin saldırgan tavrı da, Erzincan'ın bir Alevi Köyünde okul tamir ettiren 3. Ordu Komutanı Org. Saldıray Berk'in bu tavrının, "Ergenekon terör örgütünün gerçekleştirmeye teşebbüs ettiği" şeklinde değerlendirilmesi de hep bu mantığın ürünlerindendir.
Dünden bugüne hangi pozitif gelişmeler, değişimler oldu?
TRT 1 ilk kez Muharrem orucunda her akşam program yaptı. Mikrofonu bizlere bıraktı, içeriğine müdahale etmedi, yönlendirme gayretkeşliğine başvurmadı. Başlıca taleplerimizden olan "Madımak Otelinin kamulaştırılması ve müze haline getirilmesi" istemimizin "kamulaştırma" boyutuna, devlet bakanlığı tarafından karar verilerek kamuoyuna açıklandı. Binanın kamulaştırılmasından sonra müze olarak düzenlenmesi noktasındaki kararlılığımız elbette sürmektedir ve sürecektir. Bu talebin gerçekleşmesi bakımından dahi bir diyaloga ve uzlaşı diline ihtiyaç yok mudur? Anlaşılan o ki, en temel istemlerimizden olan cemevinin resmi statüsü tanınacak ve özerk sivil bir üst kurul sistematiği içinde, bu kurula altyapı olanakları tanınacaktır. Zorunlu Din Dersleri konusunda da, istemlerimiz paralelinde ilerleme sağlanacaktır ve hükümet bu değişimi gerçekleştirmek zorundadır.
"Ön rapor" camia üzerinde düş kırıklığı yaratmıştır.
Raporun; dili, yaklaşımı, çözüme dair öngörüleri, eşit yurttaşlık hukukunu göz ardı etmesi, Aleviliği, Alevileri, cemevini II. sınıf kişi-inanç kategorisi üzerinden ele alması, hatta zımni anlamda aşağılaması, eşitlikten, adalet ve evrensel demokratik değerlerden hiç söz etmemesi, süreci destekleyen biri olarak bizi de olumsuz etkilemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, sorunun kökleri çok derinlere kadar nüfuz etmiştir ve dolaysıyla raporu kaleme alanların zihni dünyası ve bakışı da Türkiye ortalamasına göre şekillenmiştir. Bu yüzden sorun, tarafımızdan "bin yıllık" şeklinde ifade edilmektedir. Dolaysıyla sorunun bugünden yarına tümüyle çözüleceğine dair beklentiler ve söylemler gerçekçi değildir. 5-6 başlık halinde toparlanan istemlerimizin tamamına "evet" denilmesi halinde bile en temel talebimiz olan eşitlik talebimizin, ancak ve ancak bir toplumsal dönüşümle gerçekleşeceği unutulmamalıdır.
Nihai raporun daha özenli hazırlanmasını önemle dilemekteyiz. Raporun son şeklinden önce, çalıştayın Alevi katılımcılarından bir-iki arkadaşımızın bilgisine başvurulması, herhangi bir yanlış anlamaya neden olacak ibare taşımaması bakımından yerinde olacaktır. Anımsanacağı üzere, Alevi Çalıştayına, Alevilerin, katliamlardan sorumlu saydıkları kimi zanlılar çağrılmış, kimi yanlış deyim ve tanımlamalar, muğlâk ifadeler raporda yer almış, spekülasyonlara neden olmuştu.
Nihai raporun, camia tarafından heyecan ve umutla beklendiği, olumluluklar taşıması halinde, çok ihtiyaç duyulan toplumsal gerilimin düşmesine büyük katkı yapacağı muhakkaktır. Toplum, geçmişini ve geleceğini yeniden sorgulayacak, bin yıllık bir haksızlığın sona ermesi umudu, bütün kesimleri olumlu anlamda etkileyecek, barış havasının esmesine neden olacaktır.
"El gövdede kaşındığı yeri bilmeli..."
Bizim gerçeğimiz budur ve bu gerçeğimizle yüzleşmenin zamanıdır. Elbette defalarca söyledik, yazdık, çizdik, miting yaptık yüzbinleri topladık ama unutmayalım en etkili yöntem olan "birlik" sorunumuzu çözemedik. Birimizin ileri sürdüğü çözüm talebine, diğerimiz karşı çıktık. Özellikle ABF ve bağlı kimi kurumlardan arkadaşlarımız, bir Alevi-inanç kurumunun yöneticileri-sözcüleri gibi değil, muhalefet partisi sözcüleri gibi davranarak, aslında inanç boyutlu olan kurumlar olduğumuzu, bu inancın kendisine has duruşu, edebi, ağırlığı, yaklaşımı olduğu gerçeğini fark edemediler. Her fırsatta medya karşısına geçip, tartmadan düşünmeden ne getirip, götüreceğinin hesabını yapmadan akıllarına ne geldiyse onu söylediler. Böylece bu külliyatın kâmil insan tasarımından bihaber insanlar olduğumuz örnekleriyle gösterildi. Sonuç itibariyle ne Alevi-Bektaşi adabını, ne de güçlü ve organize bir kurumsal iradeyi ortaya koyamadık. Sürecin teşvikçisi olamadık, iyi yönetemedik...
Kurumlaşma gereksiniminin belli ölçülerde de olsa bir noktaya geldiği doğrudur. Artık mobilize bir Alevi-Bektaşi hareketinden söz edebiliriz. Ancak unutulmamalıdır ki, kentli Alevinin bu hareketinin temel nedeni, devlet aygıtının Aleviliği inkâr ederek Alevileri ötekileştirmesi, bundan kaynaklı olarak da inancının gereğini yerine getirememesi ve devlet olanaklarından eşit olarak yararlanamamasıdır. Kurumlar, Aleviler tarafından bu gereksinimi karşılamak üzere ihya edilmişlerdir. Oysa kimi kurumlarımız, inançsal ihtiyacı ikinci, hatta üçüncü plana itmiş, siyaseti öne çıkarmıştır. Bu bir çelişkidir, örgütlülüğümüzün kırılma noktasıdır ve kimsenin gözünden kaçmayacak denli de alenidir.
Bu yüzden şimdi yapılması gereken, kurumların inanç boyutunun öne çıkarılarak, öncelikle kentli Alevinin inanç gereksiniminin karşılanması bakımından, her türlü altyapı ihtiyacının devletten talep edilmesidir. İnanç önderlerimizin öncülüğünde, tüm kurumları içine alan bir üstyapı oluşturularak, devletin reddedemeyeceği ağırlıkta temsil gücü olan, dosyasında projesi ve şeması olan temsil heyetimiz, devletle masaya oturmalıdır.
12 Mart ve 12 Eylül Cuntalarını, içim acıyarak nefret ve lanetle anıyorum.(MD/BÇ)
* Murtaza Demir, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı
İstanbul - BİA Haber Merkezi - 13 Mart 2010, Cumartesi
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.