AKP İftarına Olumlu Bakan Köşe Yazarları 2
Elif ÇAKIR : Cemevi, ibadet evi, evlerimiz Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ı da en az Başbakan Erdoğan kadar yakından takip etmeye çalışıyorum...
Elif ÇAKIR : Cemevi, ibadet evi, evlerimiz
Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ı da en az Başbakan Erdoğan kadar yakından takip etmeye çalışıyorum son zamanlarda.
Mesela Erdoğan’daki hırsı tebrik ediyorum gerçekten, ama doğru buluyor muyum, o başka. Bir yanına dönüp, adamlarına ‘Diyarbakır’ı istiyorum!’ diyor, öbür yanına dönüp Çamuroğlu’na ‘Alevileri istiyorum’ diyor, (artık kaç yanı var bu parti liderlerinin bilmiyorum ama) bir diğer yanına dönüp birkaç eski solcudan da aynı şeyleri istiyor.
Bu bana sanki, Erdoğan’ın AKP’den başka parti, AKP fikriyatından öte farklı görüş kalmasın düşüncesiyle hareket ettiğini düşündürüyor ki, hiç de ülkenin yararına olacak bir tarz olduğunu sanmıyorum.
Tıpkı, bütün küçük işletmeleri yok edip dünyayı büyük şirketlerin kontrolüne almaya çalışan, insanları aynı düşünce ve davranış kalıpları içine sokmaya çalışan, küreselleşme rüzgarı gibi. Başbakan da buna kapılmış gibi görünüyor.
Her vesile, bir siyasi gösteriye/gösterişe dönüştürülüyor.
Bir de, karşı tarafa gerçekten iyi niyetli olunduğunu gösteren uzun vadeli, sabırlı bir planla değil de, çabucak geri dönüşümü beklenen basit gösterilerle hareket edilmesi, akla hemen seçim yatırımını getiriyor.
Umarım benimkisi sadece bir vehimdir.
İzzettin Doğan’ı da, bazı gayretlerine bakarak Başbakan’la benzeştiriyorum.
Doğan’ın liderliğini (aynı zamanda ‘Dede’liğini) yaptığı Cem Vakfı, 2005’te, Başbakanlık’a “Cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi”, “ibadet için bütçeden pay ayrılması” ve “Diyanet İşleri’nde Alevi inanç önderlerine kadro tahsis edilmesi” taleplerinde bulunmuştu.
Malumunuzdur, Başbakanlık bunu reddetti ve Cem Vakfı tekrar Başbakanlık kararının iptali istemiyle dava açtı. Geçen cuma günü de Ankara 6. İdare Mahkemesi, Cem Vakfı’nın talebini reddeden kararını açıkladı.
Şimdi...
Cemevlerinin de ibadethane olduğunu söyleyip buraya kadro ve bütçeden pay istemek neyin nesidir?
Alevilik bir başka din mi?
Yoksa İslam içinde bir tarikat ya da mezhep mi?
Aleviliğin üç türlü ifadesi olabilir. Ama çıkıp öyle bir şeyler söylüyor ki Doğan (ve bazı Alevi önderleri), çık çıkabilirsen işin içinden. Bazen başka bir din, bazen kendi halinde bir tarikat, bazen de bir siyasi mezhep olduğunu düşündürüyor. Bunların hepsi ya da bunlardan hiçbiri.
Ben samimiyetle Aleviliğin bir tarikat olduğunu düşünüyorum. Ve her tarikatın da, cemaatle kılınan namaz için toplandıkları cami dışında, bir araya gelip kendilerine özgü ritüellerle coşkun duygular yaşadıkları mekanları vardır. Bunlar da tekke ve dergâhlardır.
Tekke ve dergâhlar, dinin genel anlayışı içinde kendilerine birtakım özel ibadetler edinen kimselerin özel mekanlarıdır. Kendi özel mekanlarının ihtiyaçlarını da (zaten büyük bir iştiyakla) kendileri karşılarlar.
Bunların hiçbiri de tarih boyunca, ‘bizim de camiden ayrı bir ibadet yerimiz var, buraya kadro atanması ve bütçeden pay verilmesini istiyoruz’ dememişlerdir.
Yoksa önüne gelen bir mekan tutup ibadethane diye buraya kadro ve bütçeden pay isterse ne olur devletin hali!..
Hatta Müslümanların evlerinin hepsi bir ibadethanedir. Camiye sadece cemaatle namaz kılmak için gidilir. Çoğu kimse her vakitte gidemez zaten. Genellikle bütün ibadetler evde (ve hatta işyerinde) yapılır.
Özel zikirler için tercihi olanlar varsa, haftada birkaç saat de tekkeye, dergâha gidilir.
Zaten tekke ve dergâhlar kanunen yasaktır da, Alevi dergâhları nasıl bu kadar kanun mücadelesine girişmişlerdir, ona şaşıyorum. Çünkü diğer tarikatların tekke ve dergâhları gizlilik içindedir ve zaten birçoğu da kapanmıştır. Kamuoyu önüne çıkmaya da çekinirler.
Yanlış anlaşılmasın, yasaklama zaten yanlış bir davranıştır. Tabii ki serbest olmalı.
Bütün bunlardan başka Aleviler ‘Yok kardeşim, bizim dinimiz ayrı’ diyorlarsa, bu kendi bilecekleri iş...
Doğan’ın her şeyden önce ‘cemevi nedir’in cevabını bütün Türkiye’nin anlayabileceği şekilde anlatması daha doğru olur.
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy3285 = 'elif.cakir' + '@';
addy3285 = addy3285 + 'aksam' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
var addy_text3285 = 'elif.cakir' + '@' + 'aksam' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
( '' );
3285 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
Elif ÇAKIR
14 Ocak 2008
İsmail KÜÇÜKKAYA: Alevi iftarının sonrası...
Hiç kuşkusuz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bakanları ve kurmaylarıyla birlikte katıldığı Alevi iftarı organizasyonu “tarihi bir olaydır” ve “üzerinde hassasiyetle durmayı hak edecek” önemdedir.
Gelin, yalın ve objektif bir yaklaşımla “ortaya çıkan resmi” analiz etmeye çalışalım.
Böylece, ilgili tarafların niyetlerini ve bundan sonrasına dair beklentileri anlayalım. Acaba Türkiye, “yeni bir başlangıç adımı” ile birlikte kökleri en az 600 yıl öncesine dayanan ve travmatik olaylar nedeniyle toplumsal hafızaya kazınan gerginlikleri “bir barış ve anlayış zeminine” dönüştürebilecek mi?
Herhangi bir Alevi evine ziyarete gittiğiniz zaman duvarda, Hz. Ali’nin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün posterlerini görürsünüz. Başbakan’ın katıldığı iftar yemeğinde de öyleydi.
Başbakan’ın yemekteki konuşması gerçekten çok dikkatli ve özenli hazırlanmıştı. Konuşmasının her bölümünde Alevi cemaatini “ötekileştirmekten” kaçınan Erdoğan, aksine Aleviliği bu ülkenin zenginliğinin içindeki ana unsurlar arasında gösterdi.
Organizasyonun arkasında Alevi kesiminin yetiştirdiği değerlerden Reha Çamuroğlu vardı. Alevi tarihini çok iyi bilen, yazdığı “İsmail” romanıyla, İlber Ortaylı’nın tanımlamasıyla “tarihi romancılığımızın en güzel eserlerinden birisi”ni kaleme almış olan Reha Çamuroğlu, iyi bir iş başardı.
Başbakan Erdoğan’ın buradaki tutumu iyi niyetli ve yararlı bir girişimi yansıtıyor. Ancak Alevi vatandaşlarımız, Cumhuriyet tarihi boyunca destek verdikleri partilerden aradıkları yaklaşımı bulamadıkları için temkinliler. “Bundan sonrasını görmek”, söylemlerin ötesine geçen icraatlara şahit olmak istiyorlar.
Bu bağlamda, Erdoğan’ın dün İspanya’ya giderken söylemiş olduğu, “bir talep gelirse, anayasal veya yasal düzenlemeler yapabiliriz” sözü bu konunun ciddiyetle ele alındığı izlenimini güçlendiriyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi elbette siyasal bir partidir ve doğal olarak siyasi adımlar atacaktır. Alevi cemaatiyle yakınlaşma çalışmalarındaki başarı, farklı kültür ve kesimlere karşı göstermiş olduğu kapsayıcılık ve kucaklayıcılıktadır.
Devletle Alevilerin buluşması...
Şurası unutulmasın ki; Alevilik Türk kültürünün özüne dahil olan, Türkmen geleneğinden gelen, bu topraklara ait, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle eş bir tarihin adıdır. İslam’ın Türklerle karşılaşmasının güzel bir ürünü olan, güçlü bir inanç ve kültür sistemi, geniş ufuklu bir dünya görüşünden bahsediyoruz. Alevilik ayrıca Anadolu’nun sözlü kültür geleneğinin önemli bir damarıdır. Cumhuriyet’in kuruluşunu, yüzlerce yıllık mücadelelerin sonu ve bir kurtuluş projesi olarak görmüşlerdir.
Söz konusu iftar davetinde, ilk kez devlet erkanı ile kutsal günlerinde buluşmaları, hatırlanılmaları, saygı görmeleri karşılıklı diyalog bakımından kesinlikle çok önemli bir gelişmedir. Bundan sonrası hayli kritiktir, çok dikkatli ve hassas adımlarla götürülmesi gereken bir süreç yönetimi istemektedir.
Analizlerimizi yaparken, topluluk ve kavramlardaki değişimleri de unutmayalım. Kırsal kesime ait, kapalı toplum yapısı iken, modernleşmeyle ve şehirleşmeyle birlikte Aleviliğin de kimlik krizine düştüğü yorumları yapılıyor. Cemaat yapısından uzaklaşarak, daha geniş bir yaşama alanına kavuşan Alevi kesimi, toplumsal dönüşümden menfi veya müspet olarak nasibini alıyor. Bu dönemde modernleşmenin, Alevi cemaatlerini de parçalayıcı etkiler yarattığı gözleniyor. Hatta siyasallaşma, siyasal bir kimlik olarak kullanılma gibi bir tehditle karşı karşıya kalınıyor.
Bu noktada, Alevi önderlerine düşen görev ve sorumluluk, “Aleviliği azınlık söylem ve tuzaklarına düşürmeden” bu zengin inanç ve kültür değerlerimizi ülkenin asli zenginlikleri olarak yaşatmaktır.
İnsanların Alevi olduklarını söyleyemedikleri uzun bir tarihi süreçten geliniyor. Sonuçta açılan diyalog kapısı, devletin ve Cumhuriyetin büyüklüğünü gösteriyor. Şimdi, bundan sonrası önemlidir.
İsmail Küçükkaya
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy70183 = 'ismail.kucukkaya' + '@';
addy70183 = addy70183 + 'aksam' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
var addy_text70183 = 'ismail.kucukkaya' + '@' + 'aksam' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
( '' );
70183 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
AKŞAM - 14 Ocak 2008
Mustafa KARAALİOĞLU : Alevi ezberleri
Ne zaman kökü eskiye dayanan, taraftarlığın keskinleştiği, mantığın değil öfkenin üstünlük kurduğu bir konu tartışılacak olsa hep aynı şey oluyor. Gerçek pozisyonlar terk ediliyor, maskeler takılıyor, roller sergileniyor.
Örnek bulmak için yorulmaya gerek yok, Kürt meselesinde bunu yaşadık. En keskin, en şahin, en ‘Vuralım, öldürelim’cilerin yıllar sonra ‘Bu iş böyle olmuyor’ noktasına geldiklerini gördük. Görüyoruz da. Bu gerçeği yıllar önce görenler ise, ya düşmandı ya da vatan haini. Demek ki, eski haller pozisyon değil, biraz kahramanlık ve vatanseverlik rolüymüş...
Kürt meselesinde, en baştan rahatlıkla fark edilebilecek gerçeğe 25 yıl sonra ulaşılabilmesi, bütün problem alanları için anahtar olacak kadar bedeli yüksek bir tecrübedir. Ezberlerimize o kadar itimat etmeyelim; alkış alan rollerin cazibesine kapılıp gitmeyelim.
O değerli anahtarı, Alevilik konusunda da kullanmalıyız.
Kabul etmek lazımdır; bu ülkede Alevi inancına sahip olan insanların en başta sosyal görünürlük olmak üzere, inançlarını zenginleştirici ortam yaratamamak ve bir şekilde temsil imkanı bulamamak gibi sorunları vardır. Alevi inancının nesilden nesile aktarılması her dönem sorunlu olmuş ve inancın fıkhi temelleri tartışma konusu haline gelmiştir. Bütün bunlar Alevi toplumuna ve cemaatlerine; en çok da gençlerine karşı büyük bir haksızlıktır.
Netice itibariyle Alevilerin hatırı sayılır bir kesimi, daha içine kapalı, daha defansif ve reaksiyoner hale gelmiştir.
Başbakan Erdoğan’ın katıldığı Muharrem Orucu iftarına karşı sergilenen tepki analiz edildiğinde, bu geleneksel problemlerin hepsinin izi bulunacaktır.
Yılların içe kapanıklığı devletten gelene karşı zaten şüphe ile bakmaya yeterlidir. Üstelik, uzanan elin sahibi ‘sünni’ kimliği öne çıkan bir politikacı ise tepki kendiliğinden gelecektir.
Bütün kronik meselelerimizde olduğu gibi Alevilik de içe kapanıklık nedeniyle retoriğe mahkum edilmiş; kendisi dışından gelen her şeyde, her adımda ve her niyette bir şüphe aramak refleks olmuştur. Eğer, ortada hiçbir tartışma yokken Diyanet İşleri Başkanlığı durup dururken Alevilere yönelik bir açılım yapmış olsaydı bile reaksiyon kaçınılmaz olacaktı. ‘Durup dururken neden?’ sorusuyla o açılım da sorgulanacaktı.
Şüphe ve komplolardan arındırıldığında Başbakan’ın o iftara katılması cesur ve olumlu bir harekettir. Kesinlikle iyi niyetli bir ardımdır. Erdoğan’ın gözü Alevi oylarında değildir; onları asimile etmek gibi bir niyeti de yoktur. Ülkenin kronik problemlerinin hallolmasını istemekte; bunun için bir zemin yaratmaya çalışmaktadır, o kadar.
Ama konu sadece Sünni bir başbakanın adım atıp atmamasıyla da sınırlı değildir. Alevilerin parçalı örgütlenmesi, çok sayıda örgütün büyük bir rekabetle toplum üzerine hak sahipliği politikası geliştirmesi, meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bugün, devlet ve Sünni toplumla yaşanandan daha aktüel ve en az onlar kadar çetrefilli problemler Alevilerin kendi içinde yaşanmaktadır. Temsil sorunu ve o temsilin dinsel standartları başta olmak üzere bir dizi tartışma alanı oluşmuştur. İçte yaşanan bu sorunlar, Başbakan’lı iftara karşı Alevilerin geleneksel misafirperverlik anlayışıyla da çelişen boykot tavrının temel sebebidir. Çünkü, Alevi örgütlerinin ezberinde bir Sünni Başbakan iftara katılacak olursa nasıl davranılacağına dair bir kural bulunmamaktadır.
Bu dahili problemlerin çözümü için de Alevi toplumunun dışarıyla, devletle, kendisinden farklı olanla yüzleşmesi, tanışması elzemdir. Yolların açılması da önce devletin görevidir. Devletin ikinci görevi de o açılımı yaptıktan sonra sürecin sevk ve idaresine müdahale etmemektir.
Mustafa KARAALİOĞLU
14 Ocak 2008 - STAR
Mustafa AKYOL : Alevi usulü engizisyon
Ben kendimi bildim bileli bu ülkedeki Aleviler Diyanet’in Sünni yapısından şikayetçidir. Ve bunda haklıdırlar: Onların da ödediği vergilerle finanse edilen Diyanet, sadece Sünni itikadına göre hizmet vermekte, öteki ‘İslam yorumu’nu adeta yok saymaktadır.
Alevilerin bu şikayetini anlar ve haklı bulurum, ama bir hükümet bu işe çözüm bulmak için adım atınca, bazılarının ‘hayır istemeyiz’ diye ayağa kalkmasını, dahası hükümetin uzattığı eli sıkanları aforoz etmesini anlayamadım.
Kast ettiğim el, Ak Parti’nin Alevi milletvekili Reha Çamuroğlu’nun öncülüğünde ve Abdal Musa Vakfı’nın desteğiyle geçen cuma günü düzenlenen ‘Alevi iftarı’. Malum, bu yemeğe Başbakan Erdoğan’ın yanında dokuz bakan ve elli kadar Ak Partili milletvekili katıldı. Aylardır tartışılan iftar, hükümetin ‘Alevi meselesinde açılım’ çabasının ilk adımıydı.
Ama bir dizi Alevi derneği ve ‘eşrafı’, bu açılımı ‘Alevileri AKP’lileştirme operasyonu’ diye boykot etti. Dahası 12 Alevi dedesi, iftara katılanları ‘ düşkün’ ilan etti. Bu, bir tür ‘dinden çıkarma.’
Bu radikal tepki, hem siyasi hem de dini yönden yanlış. Siyaseten, uzatılmış bir eli geri çevirmenin hiç bir anlamı yok. Bazıları ‘Ak Parti’nin Alevi oylarına göz diktiğini’ söylüyor. Ne var bunda? Elbette dikecek. Demokratik siyasetin özü, hizmet ederek oy kazanmaktır. AK Parti ‘Alevi kesimin sorunlarını da çözelim, onların da desteğini alalım’ diyorsa, çok doğru bir şey yapıyor demektir. Siyasetçinin zararlısı, gücünü oy sandıklarından değil, bürokrasi koltuklarından alanıdır.
İşin daha da vahim kısmı, ‘aforozcu’ Alevi dedelerinin siyasi bir amaç uğruna dini bir kavramı istismar etmeleri.
Bunun bir örneği Türk siyasetinde daha önce de yaşanmıştı. 1966’da bir grup Alevi iş adamı, emekli asker ve hukukçu tarafından kurulan Birlik Partisi içinde zamanla bir ‘sağ’ bir de ‘sol’ kanat ortaya çıkmıştı. Sol kanat, parti esaslarına ‘dinsel inançlarla materyalist felsefelere aynı ölçüde saygı duyulduğu’ gibi bir laf eklemiş, dönemin en etkin sosyalist partisi olan Türkiye İşçi Partisi’ne yakın bir söylem tutturmuştu. Partinin sağ kanadı ise, ‘ komünizm’den rahatsızdı. 1970’te bu ‘ sağcı Aleviler’ arasından beş milletvekili Adalet Partisi hükümetine güven oyu verdi. Bunun üzerine partiden atıldıkları gibi ‘düşkün’ ilan edildiler. Haklarında ‘Beş Yol Düşkünü’ diye kitap bile yazıldı.
Yani, daha geleneksel ve muhafazakar olan Aleviler, ‘materyalizm’e meraklı olanlarca ‘dinen’ aforoz edilmişti!
Bugün Ak Parti’ye gösterilen tepki, o zaman Adalet Partisi’ne köpüren ‘sol Alevi bağnazlığın’ bir devamı gibi duruyor. Hükümet, yine de elini uzatmaya ve Alevi vatandaşlarımızın sorunlarına çözüm aramaya devam etmeli. Umulur ki ‘engizisyon dedeleri’ de hatalarını anlar ve bundan döner.
Bir de bu kıssadan daha genel bir hisse çıkarmak gerek: ‘Düşkün’ suçlamasının çok daha keskin ve tehlikeli bir örneğinin Sünni İslam’da da olduğunu biliyoruz. Bir insanı veya grubu ‘tekfir etmek’ yani ‘kafir saymak’, ne yazık ki hem geçmişte hem de bugün İslam toplumlarına çok zarar veren bir bağnazlık. Bunun altında ise, aslında dini kaygılardan çok siyasi çıkarlar var. Çünkü bir insana ‘sen artık Müslüman değilsin’ demenin doğal sonucu ‘Müslüman benim ve bu iş benden sorulur’ demek. Bunun ‘Allah katında’ hiç bir değeri yok, ama insanlar arasında önemli bir güç ve iktidar getirisi var. ‘Tekfirciler’in üstünü kazıyın, hep bunu görürsünüz. Gerçek derdi ‘Allah rızası’ olan ise, onu-bunu tekfir etmekle değil, doğru bildiği yolda ‘hizmet etmek’le uğraşır.
Mustafa AKYOL
14 Ocak 2008 - STAR
Mümtazer TÜRKÖNE : Yaşayan en büyük Alevî-Bektaşî
"Kim?" diye sorarsanız "Reha Çamuroğlu'dur" cevabını veririm. Doğrudan Alevilik-Bektaşilik söz konusu olduğunda en saygıdeğer isim. Sıra dışı entelektüel yeteneklerini, Alevî toplumunu ve tarihini anlamaya ve anlatmaya hasretmiş bir düşünür.
Alevî tarihini ve inancını en katıksız haliyle derleyip yeni kuşaklara kazandıran bir yazar. Alevî-Bektaşî toplumunun sorunlarının çözümüne bütün varlığını cesaretle adayan bir toplum önderi ve siyasetçi. Çamuroğlu'nun "İsmail" romanı, Alevî inancının eksiksiz, üstelik canlı-diri bir fotoğrafıdır. Bir inanç ancak bu kadar gerçekçi ve doğru anlatılabilir. İsmail ile Yavuz arasındaki savaş bir inanç rekabeti olarak sürer. Anadolu boşalır ve İsmail'in yanına gider. Yavuz, bizim padişahımızdır. Ama Yavuz'la İsmail Çaldıran'da karşı karşıya geldiklerinde kendinizi İsmail'in ordusunda bulursunuz. Çünkü Anadolu oradadır. İsmail bir Türkmen beyi, Yavuz ise bir Rum padişahıdır. Savaş sonunda kaybeden halk, kazanan ise devlettir. Ve devlet kazanmakta haklıdır.
"Son Yeniçeri" ise tıpkı "İsmail" gibi bir inancı, Bektaşiliği anlatır. Çamuroğlu'nun aldığı tarih kesiti çok hassastır. Yeniçeriler Alemdar vakasından sonra, son iktidar dönemlerini yaşamaktadır. Vaka-i Hayriye adım adım yaklaşmaktadır. Yeniçeri Ocağı'nın piri Hacı Bektaş-ı Velî'dir. Bektaşilik, Osmanlı ordusunun ana direği olan Yeniçerilerin bağlı olduğu dergâhtır. Çamuroğlu, sabah yıldızı gibi yıldızın en parlak göründüğü ama gerçekte sönmeye başladığı kesiti taraf tutmadan, ama derinlerine nüfûz ederek anlatmaktadır. Osmanlı resmî tarih yazıcılığının "fitne fesat ocağı" olarak baştan sona karaladığı Yeniçeri Ocağı gerçek hüviyetine kavuşmaktadır. Asıl hüviyetine kavuşan sadece Yeniçeri Ocağı değil, Vaka-i Hayriye'den sonra dergâhları yerle bir edilen Bektaşiliktir. Bu roman Yeniçeriliğe ve tabii Bektaşiliğe inandırıcı ve ikna edici şekilde 1826'da yok edilen itibarlarını iade etmektedir. Kulaktan dolma yalan yanlış bilgilere ve önyargılara teslim olmayıp gerçeği merak edenlere, Alevilik için "İsmail"i, Bektaşilik için ise "Son Yeniçeri"yi okumalarını öneririm.
Önceki akşam "Muharrem Orucu" için düzenlenen iftar yemeğinin mimarı işte bu Reha Çamuroğlu idi. Ürküttüğü fincancı katırlarından gelen sese bakılırsa çok önemli bir işi gerçekleştirdi. Onun tabiriyle bu sesler, rahatları bozulan "mahallenin abileri"nin sesleriydi. Başardığı iş ise Alevilik adına çok büyük bir iş. İlk defa Alevilik-Bektaşilik devlet katında, hem de bir Alevî ritüeli vesile edilerek bu kadar üst düzeyde hüsn-i kabul görmüş oldu. Bu inancın yakın geçmişi dikkate alındığında, bu iftar yemeği gerçekten bir dönüm noktasıdır. Yakın zamana kadar Aleviler kendini gizler, inancını toplum içinde açıklamazdı. Alevilerin göğüslerini gere gere karışık ortamlarda inançlarını ikrar edebilmeleri, Aleviler tarafından bile önemli bir aşama olarak kabul edildi. Bugün devlet ricalinin tam kadro hazır bulunduğu bir Muharrem Orucu iftarı, çok daha ileri bir aşama. Alevi-Bektaşi inancının karşılaştığı sorunların çözümü için parlak bir başlangıç noktası. Toplumun bütünü ise toplumsal barışa, ülkenin birlik ve dirliğine önemli katkılar sağlayacak bir gelişmeyi izliyor. Geleneksel Sünni-Alevî gerginliği devlet katında yumuşatılıyor ve inşallah tarihe gömülüyor.
Alevîliğe özgü aforoz kurumunu yani "düşkünlük" cezasını işleten "mahallenin abileri"nin durumdan rahatsız olmaları normal. Bu yeni aşama, Alevi toplumu için ileri bir aşama, ama bu toplum üzerinde güç sahibi olanların ise sonu. Alevî inancının devlet katında "normalleşmesi" kapalı devre işleyen güç merkezlerinin anlamsız hale gelmesi demek. Bu iftar yemeği artık bir milad olacak ve hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak.
Reha Çamuroğlu'nu, Alevî-Bektaşî toplumuna ve dolayısıyla Türkiye'nin huzuruna yaptığı büyük katkıdan dolayı kutlamamız gerekir. Sayesinde siyaset de itibar kazandı; çünkü karşımızda bir toplumun temsilcisi olarak o toplum üzerinde siyaset yapan biri değil, o topluma hizmet için siyasette var olan biri duruyor.
MÜMTAZER TÜRKÖNE
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy99827 = 'm.turkone' + '@';
addy99827 = addy99827 + 'zaman' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
var addy_text99827 = 'm.turkone' + '@' + 'zaman' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
( '' );
99827 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
13 Ocak 2008 Pazar - ZAMAN
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.