"Ailemden Hiç Kimse Doğduğu Topraklarda Ölmedi"
Silva Özyerli Diyarbakırlı bir Ermeni.Dedeleri, nineleri 1915’te Diyarbakır’ın köylerinde öldürülüyor, sürgün ediliyor. O Diyarbakır’ın Gavur...
Silva Özyerli Diyarbakırlı bir Ermeni.
Dedeleri, nineleri 1915’te Diyarbakır’ın köylerinde öldürülüyor, sürgün ediliyor. O Diyarbakır’ın Gavur mahallesinde dünyaya geliyor.
Altı yaşında Ermeni okullarında okumak için İstanbul’a yatılı okumaya geliyor. Ortaokulda Ermeni olduğuna devlet inanmıyor, okuldan atılıyor. Bir süre sonra annesi kızları kaçırılmasın diye İstanbul’un yolunu tutuyor.
Silva Özyerli, çeyrek asır sonra yeniden Diyarbakır’a gidiyor. Tüm geçmişini, çocukluk hatıralarını enkaz altında buluyor. "Bir daha asla gelmem" diyor. Taa ki oturduğu ev, vaftiz olduğu Surp Giragos Kilisesi restore edilene kadar.
Geçen sene de yıllar sonra kutlanan Paskalya Bayramı için Diyarbakır’a gidip Paskalya çöreği pişirdi. Hem de Diyarbakır Ermeni çöreğinden yani tatlı değil, tuzlu ve bol baharatlı; tıpkı eski günlerdeki gibi. Bu sene de 24 Nisan’da Diyarbakır’da olacak.
Beni Bakırköy’deki evinde ağırladı. Binbir çeşit likör şişesinin içinden özel bir likörünü ikram etti. Badem ve damla sakızı ile yaptığı bu likörün hikayesini kendisinden dinleyin.
Nedir bu likörün hikayesi?
Babam ve amcam öksüz büyümüş iki kardeş. Diyarbakır’a geldikleri zaman hiç kimseleri yok. Ermeni Kilisesi onlara sahip çıkıyor. Babamı çocuk yaşta kaybettim, amcamlar da Fransa’ya gidince geçmişlerine dair bilgiler kopuk kopuk. Yeni yeni halkaları birleştiriyoruz.
Annem öldüğünde de genç kızdım. Bilgiler yine koptu. Nenem 1950 yılında tek erkek evladını Kore Harbi’ne göndermemek için Suriye’ye göç ediyor. Güven duygusu bir defa sarsıldı mı kolay kolay tamir tamir edilmiyor ne yazık ki. Nenemin üzerinde yaşadığı toprağa dair tecrübe ettiği tek şey ‘Gidenin geri gelmediği’ olmuş. Güven duygusu üzerine yaşadığınız toprak için de geçerlidir. Sarsılmamalıdır.
Böylelikle nenem asırlardır yaşadığı, kök saldığı toprağını terkeder. Onunla birlikte giden teyzem, geçen yıl 77 yaşında Suriye’deki savaştan kaçıp bize sığınınca anne tarafımın hikayesini öğrendim.
Anne tarafım Lice’deki bir köyden. Geçen yıl, bu köye tam 99 yıl sonra gittim. Aileden oraya giden tek kişi ben oldum. Dedem, köyün kilisesinde muganni, büyükdedem de köy okulunda Aramicenin ‘Mlahso’ lehçesinin eğitimini veriyormuş. Dünyada bu dili bilen son iki kişinin yaşadığı söyleniyor. Annem ailesini anlatırdı ama bizler inanmazdık. Öyle bir kesilmiş ki hafıza, öyle çok yoksun kalmışsın ki inanamıyorsun.
Köye gideceğimi hiç kimseye söylemedim. Söylesem engel olacaklardı. 12 yaşında kızımı aldım. Diyarbakırlı arkadaşlarım da yardımcı oldu. Köy ahalisi çıktı, "sen kimsin niye geldin?". "Burası dedemin köyü görmeye geldim" dedim. Ne kötü tesadüf ki benden yarım saat önce kadastro memuru köye gelmiş. Onun üstüne ben gidince çok korkmuşlar. Malları, mülkleri almaya geldim sandılar. "Yıkılmış, dökülmüş köy neyini göreceksin" diyorlar. Depremle bizim köy yukarıda kalmış, diğerleri aşağıda kurmuşlar köyü.
Bana mihmandarlık yapan emmi ‘bırakın çıksın’ diyor Kürtçe. Ben anlıyorum dediklerini. Karşısındaki “yoksa elinde harita mı var” diye soruyor. Yolda bir adam "kimsin?" diye soruyor. Meğer köyün tapusu ondaymış. Neyse, zor bela çıktık.
Teyzemi aradım hemen büyük bir sevinçle ‘babanın köyündeyim’ dedim. Teyzem, korku ve endişe dolu bir ses tonuyla ‘Ne işin var senin orada, çoluk çocuk sahibisin ya seni kaçırırlarsa!’ diye bağırdı. Kız kaçırılma korkusu kuşaktan kuşağa aktarılan bir travmadır bizde.
Bana ‘Köyde iki üç Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni var, onlarla konuş bizi tanırlar’ dedi. Hiç kimse konuşmuyor. Üzerinden neredeyse 100 yıl geçmiş ama o hala “fille” ağzını açmaya korkuyor maalesef.
Çeşmeyi sordum, burası dediler. Çeşme meşme yok, delik deşik, toprak yığını her yer. Bana, “Ya sen söyleyeceksin altınların yerini ya da biz böyle her yeri kazacağız," dediler. Hrant’ın lafı geldi aklıma “Hazine toprağın üstündeydi, kıymetini bilmediniz. Altındakini çıkarsanız da üç beş yıl anca yetecek, yine hazinesiz kalacaksınız” dedim. Çok üzüldüm.
Kiliseye gittik yıkık, duvarları kalmış sadece. Yıkıntılar arasında dua ettik ‘rahmet ve af’ diledik kızımla birlikte. Büyükdedemin eğitmen olduğu okul taşlarının çokluğu, her tarafa dağılmış hali, bir zamanlar büyük bir okul olduğunu gösterir gibi. Yemyeşil, suyu bol bir köy. Her yer dedemlerin diktiği badem, ceviz, dut ağaçları ve üzüm bağları. Ağaçların hepsi duruyor dedemler yok… Kökleri toprağından sökülmüş çünkü. Her şeye rağmen orada, o köyde bulunmaktan inanılmaz bir huzur duydum.
İlk kez havada asılı duran hikaye yere indi, somutlaştı böylece. Geçmişi, atalarımızı, hikayemizi ete, kemiğe büründürdü. Varlardı… Yaşamışlar, üretmişler, çoğalmış ve ‘köksüz’ kalmış, ‘yok’ olmuşlardı. Geride, hüzünlü, bomboş, virane, ruhunu yitirmiş bir köy kalmış.
Köyden ayrılırken dedemlerin diktiği ağaçların mahsulünden bir avuç badem, bağın üzümünden yapılmış pestil, bir parça da peynir verdiler. Aldım valizime koydum.
Ertesi gün 24 Nisan. Teyzeme getirdim hepsini. Bir de köyden taş almıştık, yiyeceklerle birlikte koydum masaya. Bir de ne göreyim? Bizimle birlikte bir karınca da gelmiş dedemin köyünden. O kadar iyi geldi ki o karınca, umut verdi bana. İnan yemin ediyorum besleyecek ortam olsa, kafese koyardım, bırak Silva dedim istediği yere gitsin. Senin evinde yaşayacak ve çoğalacak nasılsa.
Teyze ‘sana sürprizim var’ dedim ve getirdiklerimi gösterdim. Titredi teyzem. Pestilden kopardı bir parça. “Ay kurban olaydım bu, canım çıkaydi, kimler ektiiii, kimler yedi…He kızım he ‘Babam deyidi bizim bagin üzümleri mayhoştir diye, bak pestili de mayhoş olmuş, dogridir bakh. Kurban olayım bitirmeyin!”
Hemen bademleri saksılara ekti. Suriye, Beyrut, Almanya ve kendiyle birlikte İsveç’e de götürdü. İşte içtiğin dedemlerin yüzyıl önce diktikleri badem ağaçlarının bademinden yapılan likördür. Yani neredeyse yüzyıllık ‘kayıp’ lezzet…
Sizin çocukluğunuzda ve sonrasında nasıldı Diyarbakır?
Diyarbakır Ermeni Katolik kilisesinin avlusunda bulunan bir evde doğdum ben. Şehir kültürel çeşitliliğin son demlerinde olmasına rağmen her tarafımız Ermeniydi. Biliyorsunuz cumhuriyet döneminde oluşan Ermeni toplumu 1915 sonrasında kırsalda, çevre köylerde hayatta kalan Ermenilerin oluşturduğu bir topluluktur.
Çocukken oyuna dalardım, kapımız taşlanırdı, korkudan anneme yapışırdım. Evimiz aynı zamanda kilise kapısı ya, okuldan çıkan çocuklar “Haçolar” diyerek taşlardı. Annem sokağa çıkmamıza izin vermezdi, çıkınca da dayak yiyorduk çünkü. Çocuklar parmaklarıyla haç işareti yapar buna tükür derlerdi. Sonra da altı yaşında beni ve ablamı dinimizi, dilimizi ve kültürümüzü öğrenmemiz için İstanbul’a yatılı okula yolladı ailem. Okulda öğrendik Ermeniceyi. Yazın da Tuzla Kampı’ndaydık. Anadolu’nun her yerinden gelen Ermeni çocuklarla büyüdüm.
Ama ortaokulda okurken bir gün: 'Sen bugünden sonra bu okulda okuyamazsın, yarın gelmeyeceksin. Kaydını silmek zorundayız.' dediler. O zamanlar devletin bir 'Azınlıklar Tali Komisyonu' olduğunu öğrendik. Bu komisyonun Ermeni okulların kapatılmasına yönelik bir takım politikalar ve zorlamalar ürettiğini, bu hususta da başarılı olduğunu gördük. Birçok Ermeni öğrenci nüfus kayıtlarındaki çeşitli sebepler bahane edilerek benim gibi mağdur oldu.
Aynı durumu yıllar sonra oğlumun okulunda da yaşadım, bilinçliydim, mücadele ettim ve oğlumun Ermeni okulunda eğitim almasını sağlayabildim.
Aileniz neden göç ediyor Diyarbakır’dan?
Diyarbakır’a 1975 yılında ailemi görmeye gittiğimde çok şey değişmişti. Kıbrıs gündemdeydi. Evde sürekli bir telaş, gariplik yaşanıyordu.. Annem “Helanlar yün yataklarını satıyor Hollanda’ya gidecek, Julyetler bakır kaplarını satıyor Amerika’ya yerleşecek” diyor, üzülüyordu.
Ermeniler korkuyordu gene…Sokaklarımızda “Ya Bıtrıs’ın karısı, ya Kıbrıs’ın yarısı” diyorlardı, 'Bıtrıs' dediğim Keldani kilisesinin papazının adıydı. Diyarbakır Gâvur Mahallesi boşalmaya başladı böylece. Çünkü eğer bir şehirde azınlıksanız, korku bulaşıcıdır, çok çabuk yayılır... Yani o "güvercin tedirginliğiniz" başka bir hal alır ve korku psikolojisini "sürü" haline dönüştürür.
İşte o sıralarda babam öldü. Annemin annesinden devraldığı travma ve korku annemde görünmeye başladı. Çünkü, köyde 28 yaşında dul kalan ninem, annem kaçırılmasın diye onu 16 yaş büyük bir Ermeni ile evlendiriyor.
Babam öldükten sonra annem, annesinden devr aldığı bu korkuyla geceleri hiç uyuyamazdı. Kalkar, oda oda dolaşır, kızları yatakta mı diye kontrol ederdi. O korku nedeniyle İstanbul’a taşındı tüm ailem.
Likör merakınız nereden çıktı?
Annem Diyarbakır’ı sayıklıya sayıklıya öldü. Çünkü sadece kızlarının hayatını kurtarmak için İstanbul’a gelmişti; kültürünü, geleneğini, mutfağını, eşyasını hiçbir şeyini getirememişti. Bugünden bakınca, bu durum beni yaralıyor neden annem ait olduğu topraklarda ölene kadar yaşayamadı diye çok üzülüyorum. Evet, geriye dönüp bakınca görüyorum ki, benim ailemden hiç kimse ama bir tek kişi bile doğduğu topraklarda ölmemiş...
Ben de annemin Diyarbakır’da yaptığı likörleri yapmaya başladım. Bir "yarım" kalma hallerini tamamlamak gibi bir misyon yüklendim. Özellikle vişne likörü bol baharatlı ve çok özgündür. Birçok farklı baharatın birbirine baskın olmadan, büyük bir ahenk içinde bir arada oluşturduğu enfes bir lezzettir. Tıpkı bir zamanların Mezopotamyası gibi.
Diyarbakır Ermenilerin kültürlerini unutturmamaya çalışıyorum. Çocuklarımın Diyarbakır çöreğini paskalya çöreğine tercih etmesi sevindiriyor beni. Çünkü, Paskalya çöreğini her yerde bulabilir, ama Diyarbakır çöreğini aramak, öğrenmek durumunda kalacak. Bir nevi köklere yolculuk olacak.
Diyarbakır’a çeyrek asır sonra ilk kez gittiğinizde neler hissettiniz?
Benim Diyarbakır'la kırklı yaşlara gelinceye kadar hiçbir bağım olmadı. Çocuklarımı büyüttüm, hayatım biraz yavaşladı. Ben kimim? Nereden geldim? Nereye aittim? Sorularıyla baş başa kaldım.
26 sene sonra gittim ablamla birlikte. Kilisenin içinde doğdum ev yıkılmıştı. Ağabeyimin dükkanı kapı duvar. Komşularım yok, evleri yıkılmış. Surp Giragos Ermeni Kilisesi yerle bir olmuştu. İşte ben de o yıkıntının altında kalmıştım. O kilisede en son ağabeyimin düğünü yapılmıştı, babamın cenaze töreni o kilisede icra olmuştu.
Ben ‘bir daha gelmeyeceğim bu topraklara’ dedim. Yıllar sonra hem doğduğum kilise hem Surp Giragos restore edildi. Şimdiki Diyarbakır evi benim oturduğum ev. Oraya gidiyorum kahvaltı edemiyorum. İnsanın kendi evinde müşteri gibi oturması hiç kolay olmuyor. Diziliyor lokmalar boğazınıza, yutkunamıyorsunuz.
Ama o kiliseler onarıldı ya, ben de onarıldım. Benim için değerli olan bu. Yaralarım bir nebze kapandı. Biz o kilisede kaybolmamak için buluşurduk. Şimdi Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler orada birbirini buluyor. İşte mekan çok önemli, yara sarıyor.
Surp Giragos Kilisesi’nin açılışında “Evinize hoş geldiniz” pankartı asılmıştı, avlunun her bir köşesine. Yıllar sonra bu cümle iyi geldi bana, sonrasında ise kendimi kötü hissetmeme neden oldu, gözlerim doldu ağlamaya başladım. Asırlardır yaşadığımız topraktan niye gittik ve neden hoş geldik. .
Eski Anadolu’yu masal gibi anlatırlar çoğu zaman, bu beni üzer. Ben ‘mış’ gibi yaşayan bir masal kahramanı değilim ki. Gerçek ben’im, ben gerçek’im. Bir zamanlar Anadolu’da Ermeniler vardı, ama şimdi yoklar. "Anadolu neden Hıristiyansız kaldı, neden çoraklaştı ve renksizleşti, niçin yoksunlaştı?" Bence herkes kendisine bu soruyu sormakla başlamalı yüzleşmeye.
Diyarbakır’a önce kendiniz ardından çocuklarınızı da götürdünüz. Onları nasıl büyütüyorsunuz?
İki çocuğum var ikisini de götürdüm. Diyarbakır’ı anılar eşliğinde, sokak sokak gezdirdim. Atalarının topraklarını görsünler, duygusal bağ kursunlar istedim. Çocuklarımın geleceğini bu ülkede düşündüğüm için elimden geldiğince ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımı yapmadan büyütmeye çalışıyorum. Kendilerini farklı hissetmemelerini "biz"in içinde hissetmelerini arzu ediyorum.
Buna rağmen Ermeni okulunda okuyan oğlum, bir gün iki büklüm, omuzları çökmüş, üzgün bir halde geldi. "Oğlum neyin var senin?" diye sordum. "Mama (anne) ya, biz ne hain bir milletmişiz, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vurmuşuz" dedi. Şimdi size garip gelebilir bütün bu cümleler, Ermeni okulu...
Hâlâ düşmanlık tohumları ekiliyor ve bir nesle suçluluk duygusu veriliyor. “Oğlum düşündüğün gibi değil her şey” dedim. "Hayır bildiğin gibi değil biz yok olduk" diyemedim. Diyecek olsam biz ve onlar olacak. İstiyorum ki kendini "biz"in içinde hissetsin. İleride toplum ona bir şekilde farklı olduğunu hissettirecek zaten.
Oğluma "Bak oğlum dünyanın neresine gidersen git matematik değişmez, iki kere iki her yerde dört eder ama bu kesin sonuç sosyal bilgiler ve hayat bilgisi dersleri için geçerli değil. Kitabı yazan kişinin yorumu da o kitaplara eklenir" dedim.
Bu olaydan birkaç sene sonra yine geldi. Sosyal bilgiler öğretmeni ödev vermiş. "Aile büyüklerinizin geçmişinde herhangi bir göç yaşanmış mı? Neden ve niçinlerini büyüklerinize danışarak yazın, getirin" diye. Böylesi bir ödev Ermeni aileye verilebilecek en son ödev olmalı bence. Ailenin hangi tarafına dokunursan göç var, trajedi var... Şimdi biliyorum çocuğumun bir tarafı yaralı. Suçluluk duyuyor ve bu suçluluk duygusu her 19 Mayıs’larda, 29 Ekim’lerde sürekli besleniyor.
Öğretmenin verdiği ‘göç’ ödevini sıradan cümlelerle yazmaya başladık. Babaannesinin hikayesini bilinçli olarak sonra sakladım. Çünkü babaanne tarafında başka bir hikaye var. Babaannenin ailesi Bursa Karacabey'de yaşıyor. Derken Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Babaannenin iki genç dayısı Çanakkale Savaşı’na katılıyor... Bütün bunları anlatıyorum oğlumun tepkisi aynen şu “Oleeyyy mama (anne)! Yarın öğretmene gidip "Biz de Çanakkale savaşında savaşmışız' diyeceğim” dedi ve devamını dinlemedi bile. Yaralı yerini tamir etti.
Peki siz nasıl tamir olacaksınız?
Ne yapsa bu ülke seni rahatlatır dersen. Toprak mı versin, tazminat mı versin. Hayır, bu nefret dilini yok etsin, özellikle okul kitaplarındaki bu dil değişmeli. Çünkü halklar arasındaki düşmanlık ilkokuldaki o ‘milli’ eğitim kitaplarıyla oluşuyor. Düşmanlık doğuştan gelmiyor, sonradan öğretiliyor. Bu nefret dili kitaplardan kalktıktan ancak 20 sene sonra temiz, dünya vatandaşı bir nesil yetişir. Ermeni, Kürt, Alevi, Musevi ve Rum düşmanı olmaktan kurtulur çocuklar. Benim için en değerli şey bu olacak.
Yüzyılın başına geri dönemeyiz, ölülerimizi geri getiremeyiz; ya da dünyanın her köşesine dağılan yurttaşlarımızı geriye ait olduğu ülkeye döndüremeyiz. Ama onların geride bıraktığı kültür varlıklarını korumalı, kaderine terk etmemeliyiz. Kiliseler, manastırlar özel mülkiyet, tapulu mal utancından çıkmalı ve restore edilmeli bence.
Ben devletten çok insanlara, halklara güveniyorum. İyileşme, birbirine dokunarak, birbirini dinleyerek olacak. Ninemin anadili Ermenice ama ağıdı Kürtçe yakarmış. Bunun üzerinde çok düşündüm çok. Neden Kürtçe ağıt yakar ninem, neden? Sonunda şuna karar verdim. Eğer ağıdı Ermenice yaksaydı kendini kendine anlatacaktı. Ama Kürtçe yaktığı zaman yoldan geçene, damda yürüyene, komşusuna sesini duyurmak istedi diye düşünüyorum. Bizler de birbirimizin sesine kulaklarımızı açalım.
Bu ülkede kendinizi hep huzursuz mu hissediyorsunuz?
Biz Ermenilerin bir gerçekliği vardır, hep pasaportları hazırdır. Her an gitmeye hazır. Hrant’ın öldürüldüğü günün ertesi sabahı bütün yeğenlerim burada. Bir yeğenim amme (hala) bu ülkeyi terk etmek lazım dedi. Manyak mısın dedim. Bu ülke bizim. Enseyi karartmayın birlikte mücadele edeceğiz. Dünyanın neresine gidersen git yabancı olacaksın. Ama burada en azından yerli yabancıyız.
Bu aralar ruh halim bıçak sırtında gibi. Ülkenin siyasal atmosferi beni bir beşik misali umut ve umutsuzluk arasında savuruyor. Bu ülkeden gitmeyi aklıma sokmadım. Ben Diyarbakırlıyım, kendimi İstanbul’a bile ait hissetmezken Paris’e, New York’a mı ait hissedeceğim.
Ama işte huzur da vermiyor ki bu topraklar, hep huzursuz... (NV)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.